Edward Said, günümüz entelektüelini yeniden şekillendirdiği kitabı “Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı” da, Hıristiyan bir Mısırlı olarak Filistin davasına olan bağlılığını belirleyen duruşunu; Adorno’nun, “Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlak meselesidir” cümlesiyle ifade eder.
Ülkelerinden çıkarılmak zorunda bırakılanları, itiraz edenleri, sürgünleri ve gerçeğin tanıklarının marjinalleştirilmesini, kendi ülkelerine yabancılaştırılmalarını ve ‘yalnız ve yabancı’ entelektüelleri anlatan Said için esas mesele, bundan dolayı bir etik meselesine dönüşür.
Entelektüeli, ülkesinden çıkarılan bir sürgün/yabancı, marjinal ve amatör olarak iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan biri olarak tanımlayan Said, onun bu “yabancılık” halini; o otoritelere bilerek ait olmama, dolaysız bir değişim yaratamama ve bazen kimsenin farkına varmadığı bir dehşete şahadet eden bir tanık rolüne mahkûm olma olarak ifade eder.
Bu dehşet tanıklığını üstlenen entelektüelin, koruyacak hiçbir makamı ve işgal edecek toprağı olmadığını öne süren Said için entelektüel, sonsuz bir yalnızlık içindedir. Ve yine de bir entelektüel olarak, “iktidara hakikati söylemekle” yükümlüdür.
Bu bağlamda, Said’in, Ortadoğu dünyasında Hıristiyan bir Mısırlı olarak duruşu; Hrant Dink’in, bir yüzü Ortadoğu’nun güneşine diğer yüzü ise Batı’nın gölgeli aydınlığına dönük Türkiye’nin içinde ‘yalnızlaştırılan’, marjinalleştirilen ve kendi evinde/ kendi içine sürgün edilen kendisine, sözlerine ve duruşuna benziyor.
Onun sözlerinden yansıyan lirizmin yarattığı etki ise; bir başka yalnız entelektüelin, geçtiğimiz yaz yaşamını yitiren Filistinli şair Mahmut Derviş’in, Ortadoğu’nun tüm diğer halklarına yön verecek barış umudunu dile getiren şiirlerinden yansıyan lirizmi anımsatıyor.
Kendi evinde yabancılaştırılan bir Ortadoğulu
Edward Said’in dostu/ yoldaşı Mahmut Derviş’in tüm Ortadoğu coğrafyası için duyduğu ‘mavi gölgeli hüzün’ ve huzur özleminden kaynaklanan acıyı yansıtan şiirleri, çocukken sürülmenin yarattığı kederi ve yalnızlığı da ifade ediyor aynı zamanda. Uzağında huzur bulamadığı ülkesinin acısına bir an bile yüz çevirmek istemeyen Derviş, ‘hep canımı acıt, acıt ki bana kendini unutturma’ diyen ülkesinin gönüllü sürgünü biriydi.
Tıpkı, bir konuşmasında “Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var, çünkü kökümüz burada, ama merak etmeyin; bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için…” diyen Hrant Dink’in cümlelerinden taşan lirizmin ıssız ve çıplak gerçekliği gibi.
Bu bağlamda, günümüzün küresel dünyasının koşullarında, ‘entelektüel’in kendi evinde, kendi içine sürgün edilmesini önlemek; onun ve seslendiği kitlenin arasında örülmek istenen ‘sır’ duvarını aşmak ve yeni bir bakış oluşturmak için, bu coğrafyanın Ortadoğulu insanı ve entelektüeli olarak Hrant Dink’e ve sözlerine daha fazla ihtiyacımız var.
Bu ihtiyaç, aynı coğrafyada, aynı topraklar üzerinde yaşayan tüm insanlar için dikenli çitler yerine, yeşil alanlar inşa etmek için bugünlerde kendini iyice gösteren şiddetli bir gereklilik.
Ortadoğu’nun Edward Said ve Mahmut Derviş’ten sonra yetim kalan tüm halkları gibi, Hrant Dink’ten sonra da onsuz kalan ‘buralı’ herkesin, daha fazla ıssızlaştırılmayacağı bu topraklarda kardeşçe ve kendi olarak yaşayacağı günler için, hâlâ Hrant Dink’in bakışına ve insanlığına muhtacız.
Sadece 19 Ocak için değil, 26 Ocak Pazartesi günkü duruşmada da aslında kendi direnişimizi hatırlamak için, Hrant Dink davasının takipçisi olmalıyız. Daha fazla geç kalmadan, kendimize ve insanlığa yabancılaşmamak için, 19 Ocak Pazartesi saat 14.30’da Agos’un önünde, 26 Ocak Pazartesi ise, Beşiktaş iskelesinde vicdan/ adalet ve Hrant Dink için buluşmak üzere…(YK/EÜ)