Otomatik portakallar pazarında, tezgâhın en önünde yer almak için bitimsiz bir savaş içindeyiz. En parlak olmak ve seçilmek üzerine kurulmuş düzen... Yanılgı, üzerimizdeki şemsiyenin zaten turuncu renkte olması. Kötülük, bizim bir şekilde pazarlanmaya zorlanmış olmamız. Portakalların niteliğinin değil, sonunda elde edilecek kârın önemli olması. En fenası da portakalların tongaya düşmeleri ve mücadele edecekleri özneyi doğru seçemeyip, satıcıyla değil birbirleriyle didişmeleri. Ama portakallar dilsiz(leştirilmiş)dir.
Otomatik portakallar! Yoksa siz hala insansızlıklaştıramadıklarımızdan mısınız? Bakın! İnsansızlıklaştırdıklarımız bugün, önüne konan tepsiden yemeklerini yiyorlar. Neden? Biz onlara önündekinden memnun olmazlarsa, aç kalacaklarını öğrettik. Biz onlar için düşündük, biz en iyisini zaten bilirdik. Düşünmek zordur. Zorluk çekmeyi kim ister? Biz onu da düşündük, siz istemezsiniz. O zaman algoritmalarınız önünüzde gidin işinize, gelin evinize. Önünüze gelene bin tekme!
Başka bir dünya mümkün
Bugün yaşanan sorunların temelinde, işte bu dilsizleştirilme, otomatikleştirilme bilinçli uğraşının daha çok insanın “bu rüzgârda” sürüklenmesi yatıyor. Hazır mamaları bebeklerimize yedirmeye başladığımızdan beri onlar o tada, biz rahatlığa alıştık. “Burada yapılmışı var” diyerek önümüze sunulanlar, göz yanılgısından ibaret oysa. Hokus pokus... Şimdi “hazır” yediklerimiz midemizi bulandırmaya başladı. Yavaş yavaş portakalların mevsimi de geçiyor.
“Başka Bir Dünya”yı yapılandırmak mümkün. Yeter ki birileri Sokrates'in Mağarası'nda ters yöne bakabilmeyi becersin. Gölge oyunlarıyla yetinmeyip, ışığa yüz tutabilsin. Gözler kamaşacak en başında mağaranın çıkışını görmek zor olacaktır belki ama keşfettikten sonra mağarada kalmak isteyen kalacağını hiç sanmam.
1999'da Seattle’da insanlar da tam böyle bir kırılma yaşadılar. Fonda daha çok, daha çok diye fısıldayan, iyi yaşayabilmenin tek ve yeter şartının daha çok tüketmeye dayalı olduğunu anlatan, içselleştirdiğimiz bir şarkı çalıyordu. İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecek- öldürmez ama yaşatmaz da- bir şeyleri olmalıydı ki ses çıkarmasınlardı. Cennete geri dönmenin tek ve yeter şartını daha çok tüketerek yerine getiriyor gibiydik.
Portakalları atıp tutmaca oynuyordu birileri. Portakalların içlerindeki asit kabuğu deldi. Bu insanlar L-DOPA içmeden “uyku hastalığı”nı yenmişlerdi. “Don oyunu”ndaki gibi çözülenler, donanları dürtüp onların da oyuna dâhil olmasını sağlamıştı. Sokaklardaydılar. Kocaman bir çemberin içine kapitalizmi almışlardı. “Ortada Sıçan” kapitalizm...
Ye apoletim ye!
Anti-kapitalist hareket, dünyayı, değişmesi için kendi elleriyle iteledi. Çünkü bu hareketi yaratanlar biliyorlardı ki, küresel ısınmamızın da, savaşlara sürüklenmemizin de, ırkçılığın yükselmesinde de, homofobik oluşumuzun da altında hep ötekileştirmekten hoşlanan işleri kendinden menkul dev yatıyordu. O hareket, devin alttan tahtayla uzatılan bacaktan yapılma olduğunu gördü ve 'anne bak dev küçük' dedi. O dev komşuların nükleer zillerine de basıp kaçtı, Kyoto'yu imzalamam da imzalamam deyip mızıkçılık da yaptı.
Birileri: “Ye apoletim ye! Tıka basa ye. Böl, parçala, ye. Göbeğinin büyüklüğünden, yaşanan acıları göreme. Göremiyorsan yok say. Masa başında hadsizliğinin sınırını çiz. Susarsan in kuyularına kana kana petrol iç. Asker doğdun, asker yaşa! Kime ne?” tekerlemesini ezberliyor. Mermi dolu metal ceketlerinin altında sıkışmış kafalar “her şey savaş için” diye bağırıyorlar. Onlara göre seni dışkından ayıran en önemli şey, senin silah kullanıyor olabilmendir.
1999'da Seattle’da insanlar tüm bunlara karşı çıktılar. Yüzleri aynıydı, yüzleri maske... Hepsi farklıydı, hepsi eşit...(ÖD/EÜ)
* Özlem Değirmenci, Küresel Eylem Grubu, Ortadoğu Teknik Üniversitesi