"Mücadele etmemiz gereken kişilerin yüzleri maskelidir" diyor Walter Benjamin. "Geçmiş" fikri ve "geçmiş zaman" kavramı muhayyilemizde biraz buna benzer bir çağrışım uyandırıyor galiba. Yüzleri maskeli olan kişiler aslında bizleriz, bizim suretimizde cisimleşen ve otantik sahibi "biz" olan geçmişimiz. Çoğu zaman kurtulmak istediğimiz, kuytulara terk ettiğimiz; ama bir şekilde dönüp dolaşıp bizi bulan ve iyileşecek yaraları olduğu umudunu taşımak istediğimiz için "bugün" ve "şimdi" olarak kalan geçmiş. Ve onun hemen arkasından gelen ve aynı düşünce trenine binen diğer hayati kavramlar:
"(tarihle)yüzleşme", "(tarihle)yüzleşme korkusu", "hatırlama", hatırlamanın yarattığı "travma" ve bu düşünce havzasındaki en sarsıcı kavram; belki de en devrimci pratik "hafızanın başkaldırısı".
Bu başkaldırı kendi hikayesini, kişiliğini, kimliğini, varoluşunu ve köklerini arayanların bir başkaldırısı. Orhan Miroğlu "Barışa Dair Bir Hikayemiz Olsun" adlı eserinde kişiliği, kökleri ve varlığı ret ve/veya inkar edilen Kürt Halkı'nın; geçmişle yüzleşmesini, bu geçmişi sorgulamasını ve bu halkın hafızasının başkaldırısını anlatıyor.
"Siyasal bir ortak/ asli kurucu unsur"
Bugün kabaca Kürt meselesinin tarihsel hesap dökümünü yapmaya çalıştığımızda Cumhuriyet'in ilan edilmesiyle birlikte modern ulus-devletin inşasına geçiş aşamasında daha önceleri eşitlik temelinde "siyasal bir ortak/asli kurucu unsur" olarak addedilen Kürtlerin asker sivil bürokratların siyasal beceri ve manevralarıyla yok sayıldığını ve bunun altında yatan en önemli saikin asker sivil bürokratların içine düştüğü bölünme korkusu olduğunu görüyoruz.
Açıkçası, geçmişi çok eskilere dayanan bu bölünme korkusunun milliyetçi ideolojiyle eklemlenip metronomunu her dönem artırdığı ve bu durumun bugün de cari olduğunu söylemek mümkün. Şu kaskatı bir realite ki Kürt sorunu sadece bir güvenlik sorunu olarak değil, bir demokrasi/insan hakları sorunu olduğunu ve demokrasinin araçlarıyla barışçıl yöntemlerle çözümünün elzem olduğunu; bu minvalde devletin geçmişte yaptığı hataları kabul etmesi ve bunlarla yüzleşmesi gerektiğini kabul etmemiz gerekiyor.
Orhan Miroğlu'nun da isabetle altını çizdiği gibi, Kürt sorunun, Türkiye'de siyasetin parametrelerini ve koordinatlarını belirleyen aktörler tarafından zinhar yitirilmek istenmeyen bir "egemenlik ve iktidar alanı". Tam da bu nedenlerle, Türkiye'de PKK'ye teşmil edilen terör sorunu, devlet aklının -reason d'stat- vaazettiği üzere Kürt sorunuyla bağdaşık, bir biçimde bu tarihsel ve akut soruna içkin bir mesele olarak ülke gündeminin rahmine oturuyor.
Kürt siyasal hareketinin soy kütüğüne baktığımızda, PKK'yi son 30 yılın Kürt siyasal dinamiklerini bulunduran bir hareket olarak tanımlamak ve Türk-Kürt siyasal ilişkilerinin yumuşak karnı olarak mülahaza etmek mümkün. PKK'nin Kürt siyasal hareketinin başat faillerinden biri olarak değerlendirmek gerekirse; silahlı mücadeleyi benimsemiş bu örgütün gökten zembille inmediğini; özellikle 12 Eylül döneminde Kürtlere karşı devlet eliyle yapılan zulmün ve en çıplak şiddetin kullanılarak bastırdığı Kürt etno-kültürel kimliğinin bu hareketi peydah eden önemli tarihsel dinamikler olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.
PKK'nin Kürt halkı nezdinde göz ardı edilemeyecek bir desteğe sahip olduğunu ve bunun sosyolojik bir temele dayandığı göz önünde bulundurulursa, Kürt hareketinin de çoğulcu bir harekete dönüşmesi ve büyümesi için PKK'nin silahsızlandırılmasının kalıcı barış ortamının yeşermesi adına önemli bir itki sağlayacağı kuvvetle muhtemel.
Bu kertede demokratik Kürt hareketinin tartışıldığı hemen bütün platformlarda bu hareketin aktörlerine PKK'yle aralarına mesafe koyması gerektiğini hatırlatılan argümanların, bu mesafeden kastedilen, silahlı bir hareketin yarattığı ve şu kadar talebi olan sosyolojik bir kitleyse; bu mesafeyi koymanın zor olduğunu görmeleri gerekiyor.
PKK'nin Kürt meselesinin gerçeği olduğunu; bir anlamda Kürt siyasal hareketinin oluşmasındaki, sesini duyurmasındaki rolünün yadsınamayacağını ve bu hareketin Kürtler üzerinde hatırı sayılır etkisi olduğunu ve bunun hesaba katılması gerektiğini kabul etmekle birlikte; PKK'nin örgütsel yapısının demokratik bir formasyondan uzak olduğunu; özellikle Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonraki süreçte örgütte yaşanan derin fay hatlarının ortaya çıktığını; PKK'nin kendine muhalif olan kişilere uyguladığı şiddeti ve bu bağlamda örgütten bağımsız bir takım farklı (ancak PKK tarafında ayrıksı olarak mülahaza edilen) görüşlere karşı son derece kapalı ve tavizsiz olduğu gibi olguları da atlamamak gerekiyor.
Kürt sorunu sadece şiddet bitmesiyle sınırlı değil
Gelinen noktada PKK'nin silahsızlandırılmasının Kürt meselesine çözüm getirmeyeceği aşikar. Zira Kürt sorunu bugün sadece şiddetin bitmesi ve silahların susması ile sınırlı değildir. İşsizlikten göçe, yerinden edilme ve bunun psikolojik, sosyal sonuçlarının sonucu olarak ortaya çıkan büyük şehirlerde sosyal entegrasyona, kültürel kimlik haklarından sosyal, ekonomik haklara kadar birçok alanda varlığını gösteriyor.
Şunu unutmayalım ki; söz konusu olan yıllardır inkar edilen, unutturulmaya çalışılan bir halk ve onun kimliği. Bu bağlamda, Miroğlu'nun da üstüne titrediği bir arada yaşamanın kimliksizleşmeyle değil, farklı kimliklere tahammül etmekle mümkün olacağı argümanı Kürt meselesinde barışçıl, adil ve insani bir çözüm arayışı adına değerli bir yol gösterici olabilir.
Aslında tam da bu nokta da Kürt sorunun çözümü ekseninde Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) tutumunu sorgulamak ve bir eleştiri süzgecinden geçirmek gerekiyor. Başbakan Erdoğan'ın Diyarbakır'da yapmış olduğu konuşmada sorunun varlığını kabul eden ve bu sorunun çözümünde devletin önemli bir kolu olarak kendini muhatap alan AKP'nin, malum konuşmadan sonra bir bakıma çark etmesi, Güneydoğu meselesine yöneltilen eleştiriler ve ithamlar açısından Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) şahin bilinen kesimi ve kurulu düzenin diğer unsurları ile paralel yaklaşımlar sergilemesi, Şemdinli'de başlayan TSK-AKP yakınlaşması gibi -bu yakınlaşma son Kuzey Irak operasyonuyla rotasını bulmuş gibi gözüküyor- ciddi siyasi gelişmeleri/parametrelerin altını çizmek gerekiyor.
Milliyetçilikten sıyrılmak gerek...
Bugün nasıl birçok kesimin Kürt meselesinin çözümü noktasında en büyük zaafın etnik milliyetçi Kürtlerden kaynakladığı hususunda sahip olduğu ortak kanı azımsanmaması gereken bir olgu ise; bu sorunun Kürt etno milliyetçiliği ve PKK ayaklarının yanında, bir de Türk milliyetçiliği ayağının da azımsanmayacak payını da son kertede vurgulamak gerekiyor. Miroğlu'nun da kitabında defaatle vurguladığı gibi, Kürt sorununa barışçıl bir çözüm getirilmesi için her iki tarafında akıl tutulması yaratan, ayrımcılığı ve tasnifçiliği körükleyen; düşmanlık tohumları ekerek biz-onlar, dost-düşman ikililiğine neden olan "milliyetçilik"lerinden sıyrılması gerekiyor.
Türkiye'de çok güçlü bir sağduyunun ve birlikte yaşama arzusunun olduğuna, yaşanan bütün felaketlere ve tufanlara rağmen, bu birlikte yaşama arzusunun Kürtler ve Türkleri bir arada tutacağına yürekten inanmamız şart. Bu inancın her daim canlı kalması için iki toplumun da nisyan katmanlarını yıkıp, geçmişte olup bitenlerle ilgili bir sorgulama ve hesaplaşma içine girmesi kaçınılmaz gözüküyor.
Buna momentum kazandıracak olan ise hiç şüphesiz diyalog. Martin Buber'in ünlü felsefesinde ifade ettiği gibi insan varoluşunun özü "ilişkidir, diyalogdur". "Ben (Türk/Kürt)" ancak, "Sen( Kürt/Türk)" ile kurduğu ilişki sayesinde varolabilir. Tabi ki bugünden yarına çözülecek bir meseleden bahsetmiyoruz. Fakat Kürt sorunun demokratik ve barışçıl çözümü için atılmasını gerekli olası adımlar da yok değil.
Bu adımlar örneğin, Üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin kurulabilmesi, seçim barajının düşürülmesi/kaldırılması ve özellikle Kürt aydınlara ve politikacılarına karşı açılmış sayısızca davanın düşürülmesi gibi yelpazesi son derece geniş ve somut öneriler mevcut. Bu çözüm önerilerinin her şeyden önce sağlam bir siyasal irade gerektiren; uzun erimli diyalog ve müzakerelerle sonuç alınabilinecek adımlar olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Diyarbakır'a Amed, Amed'e Diyarbakır deme özgürlüğü
Galiba artık Kürt meselesi üzerine konuşurken boş kağıt üzerine yazar gibi düşünmek ve konuşmak gerekiyor. Barışı bir başkasının hayatına duyulan sevgi olarak gören "tabula rasa"'lar gerekiyor. Amed'e Diyarbakır, Diyarbakır'a Amed demenin özgürlüğünü buram buram içimize çekmek gerekiyor.
Barış'a dair bir hikayemiz olacaksa bu Amed'e yaptığı ruhunu mutluluğun en yücesine eriştiren o yolculuğun bedelini mazlum bir halkın özgürlüğüne tertemiz bir çocuk pervasızlıyla armağan eden Musa Anter'in hikayesi olsun. Ya da yaşama dair her şeye kutsal bir aşkla bağlı, kendi insanlığını dili, dini, rengi ve ırkı ne olursa olsun insanları severek ilerleteceğine inanmış; bize, yani hâlâ umudunu, aydınlığını ve ruhunu kaybetmemiş insanlara mutlak iyiliğin de gerçekleşebileceğini hatırlatan Hrant'ın, Nazım'ın şiirlerinde tasvir ettiği memleketi kadar güzel olan o güzel insanın hikayesi olsun. (ÜK/GG)
* Ümit Kurt, Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü, doktora öğrencisi