Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü bir röportajında, “Babamı tanısaydınız, ilk yarım saatin ardından koluna girip, Orhan Ağabey diyerek sohbete başlardınız” demiş. 1970 yılının 2 Haziranında ebediyete göçen yazarla tanışmam imkân dâhilinde olmasa da güzel bir tesadüf eseri tanıştığım iki oğluna (Nazım ve Işık Öğütçü) sirayet eden o dost ve sıcak yaklaşımları sayesinde oldu. Edebiyattan, babalarından, babalarının insanlarından, yazar, şair, çizer dostlarından uzun uzun söz ettik.
Cihangir’deki Orhan Kemal Müzesi’ni görmek istediğimi söylediğimde Işık Öğütçü bana müzeyi gezdirdi. Tek tek, hepsinin hikâyesini dinlediğim, dokunduğum objeler arasında en can acıtanı hiç şüphesiz cezaevinden yolladığı mektubu oldu. Bastırmaya çalıştığım gözyaşlarımla okudum; “Işıkçığım üzülmesin, çıkınca bisikletini mutlaka alacağım.” İçinde bulunduğu zor koşullarda bile, küçük oğluna verdiği sözü unutmayan duyarlı bir baba; Cemile romanında anlattığı sevgili eşine ise, “Çok gençsin. Zaten hiçbir şey veremedim sana. Şimdi de beş yıllık mahkûmiyet girdi araya. İstersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki, buradan çıktıktan sonra daha da zor ve yoksulluk içinde geçecek hayatımız”, diyecek kadar koca yürekli bir eş Orhan Kemal.
Gezimiz bitince müzenin hemen çıkışında yer alan İkbal Kahvesi'nde oturup, bir yandan ikram edilen çayı içerken, öte yandan kendime bir Orhan Kemal külliyatı edindim; tüm eserlerini topladım. Işık Öğütçü ile sohbet keyifliydi keyifli olmasına ama ben bir an önce eve dönüp, Orhan Kemal’le baş başa kalmak niyetindeydim.
Orhan Kemal, yediden yetmişe herkesin yazarıdır denir, doğrudur. Ben de bu sebeple yedi yaşıma dönüp, Orhan Kemal’i okumaya ta en başından başlamak istedim. “İnci’nin Maceraları”, “Elli Kuruş”, “Aslan Tomson”, “Uyku”.
Okudukça anladım ki bunlara sadece çocuk kitabı demek haksızlık olurdu. Kısacık bir öyküye bunca duygu nasıl sığdırılır, o küçücük omuzlar bunca yükü nasıl taşırdı. Yine yoksulluk ve karamsarlık umut adı verilen, tüyden bir süpürgeyle bile olsa, nasıl kapı dışarı edilmeye çalışılır o sayfalarda gördüm. “Elli Kuruş” öyküsünü okurken ‘’Gazete, havadiiiis’’ diye bağıran yoksul çocuğun marazi sesi kulağımda yankılanırken, “Çikolata” adlı öyküyü okuduktan sonra ise, gözüm yerde tortop edilmiş gümüş bir çikolata kâğıdı arar oldu; onu oraya sürükleyen kim ve hangi küçüğün aç dudakları değdi diye düşünmeden edemedim.
İnsanlar büyüdükçe dertler de büyürmüş meğer. Çikolatanın tadını bilmeyen yoğurtçunun küçük kızına üzülürken, hayatında tatmadığı acı kalmayan Nazan’ın hikâyesi, keşke yaşamdaki tek sorun çikolatanın tadını bilmemek olsaymış dedirten cinstendi. Yola çıkarken valizime attığım “El Kızı” romanındaki tarifsiz kederi, ne tatilin coşkusu ne denizin huzuru ne de güneşin neşesi dağıtmaya yetmedi. Nazan’ın, kendisini aldatan, ortada bırakan, çocuğunu elinden alan adama tek bir sitemde dahi bulunmayıp, aylar sonra cezaevinde görmeye geldiğinde ise, yüzüğü satmadım, cümlesiyle, yani sadece iki kelime ile tarifsiz bir sızıyı yüreğe saplayan Orhan Kemal’den başkası değildir.
Neden mi bu kadar tesir eder, çünkü anlaşılması kolaydır yazdıklarının, halktandır. Okuru, ders çalışıyormuş gibi cümle cümle okumaya zorlamaz, okura yukarıdan bakmaz. Ağdasız, olduğu gibi yazan, tüm karakterlere eşit mesafede duran, romanın en masumunu bir parça suçlu bulmamıza, en acımasızına ise içten içe merhamet duymamıza hatta anlamamıza neden olan şey, meseleye Orhan Kemal’in gözünden bakmak olsa gerek, toplumu onun gibi insanı severek izlemektir aslolan. Eserleri sadece bir dönemin değil, bir ömrün hikâyesidir.
Herkesin kendinden bir şey bulduğu, tanıdık sokaklarda dolaştırır okuru. Bir annenin büyük bir şehirdeki çocuğuna titrek bir sesle salık verdiği şeyi, Orhan Kemal "Kötü Yol" romanında adeta haykırıyor; ‘’Evet, büyük, güzel, çok güzel bir şehirdi İstanbul. Uçurum kenarlarında bitmiş göz alıcı çiçekler gibi. İnsanı kendine çekiyor, sonra da uçuruma yuvarlanışına sadece bakıyordu”. Dikkat et, demenin en naif hali... Tıpkı parasızlığın, her gün ekmek parasının peşinden koşmak gerektiğinin, açlık ve yoksulluğun, aslında çok daha iyisini yazabilecek birisinin kalemindeki mürekkebi dahi nasıl kuruttuğunu özetleyen şu cümlesi gibi; ‘’Elime şöyle biraz para geçse, kira tencere derdi olmasa, bir de çocuklar okuyup kendilerini kurtarsalar, ilk işim bütün yazdıklarımı yeniden yazmak olacak.''
Keşke vakti olsaydı, ölüm onu bu kadar erken bulmasaydı ve ‘’Okuyup kendilerini kurtaran’’ çocuklarının başında bize daha nice hayatlar fotoğraflasaydı…
Doğum günün kutlu olsun üstat*... (SK/HK)
* Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal 15 Eylül 1914 tarihinde Adana'da doğdu. 2 Haziran 1970 günü 55 yaşında aramızdan ayrıldı. Öykü, roman ve oyun yazarı olan Orhan Kemal'in bazı eserleri: "Avare Yıllar" (1950), "Murtaza" (1952), "Bereketli Topraklar Üzerinde" (1954), "Devlet Kuşu" (1958), "El Kızı" (1960), "Hanımın Çiftliği" (1961), "Eskici ve Oğulları" (1962), "Gurbet Kuşları" (1962) "72. Koğuş" (1967-Oyun).