Toplumsal mücadelelerin nasıl daha etkili olabileceğine dair tartışma tarihsel bir sorun olarak önümüzde duruyor. Bugünün muhalefetini şekillendirirken tarihten öğrenmek ve deneyimlerin üstüne yeni birikimler koymak gerekiyor.
Örgüt-parti-grev, toplumsal mücadeleler için her zaman önemli ve tartışılan kavramlar olmuşlardır. Partinin, sendikadan fazlası olması gerektiği, kendiliğindenliğin yerine bilincin kitleyi seferber etmesi Marksist literatürün ve sosyalist deneyimlerin başat tartışmalarındandı. Yeni dönem, bu tartışmaların yeniden yapılmasını zorunlu kılıyor. Gezi Parkı direnişinin iktidara olan “mesaj”ları kadar muhalefete de gönderdiği sinyaller var. Bunlardan en önemlisi, örgütlü siyasetin artık kitleyi sokaklara dökemediği; tersine tabanın örgütleri bir yere getirmek için zorladığı gerçeği. Dahası örgütsüz kesimlerin, sıradan vatandaşın destek vermediği bir eylemin sürekli olmasının şansı yok denecek kadar az.
Direnişi güçlendirmek adına yeterli girişimlerde bulunmadığı için Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) pek çok kesim tarafından eleştiriliyor.
KESK üyeleri, sendikalarının sadece Gezi Parkı’na müdahale olursa genel grev yaparız şeklindeki çıkışını beğenmedi; Ankara ve diğer kentlerdeki direniş ve polis şiddetine karşı da tavır almasını istedi. Bu yönde e-mail atma kampanyasıyla tepkiler dile getirildi. Sendikalar 4-5 Haziran’ın ardından 17 Haziran’da da bir günlük grev yaptılar. Ancak bunun toplumsal etkisinin çok de güçlü olmadığı görüldü. Bir yerlerde toplanıp kısa süre yürüyüp basın açıklaması yapılmasının ardından, grevci kitle dağıldı. O bildik, klasik eylem tarzıyla herhangi bir etki yaratılması beklenemezdi zaten. Gündelik yaşamı etkileyecek ve üretimden gelen gücü kullanacak bir duruş sergilenmedi. Gezi Parkı eylemlerinin ruhundan oldukça uzak bir tutum sahnelendi. Türk-İş ve Kamu-Sen gibi yapılar ise her zamanki gibi hükümetle aralarını açmamaya gayret gösterdi.
Sendikaların kitlelerin öncüsü olamadığını TEKEL direnişinde açık bir şekilde görmüştük. O direniş sırasında da sendika yönetiminin ısrarlı biçimde direniştekileri dağıtma ve evlerine gönderme çabalarına karşı, kışın soğuğuna rağmen farklı kentlerden aileleriyle bir çadır kent kuran işçiler, diğer kesimlerin desteğiyle birlikte eylemlerini 78 gün sürdürmeyi başarmıştı.
Türkiye’de hareket kavramının değiştiğinin önemli bir göstergesi olarak, artık kurumsal siyasetin öncülüğüne, sendikaların çağrılarına ya da partilerin gücüne bağlı kalmadan insanlar sokakta tepkisini verebiliyor. KESK’in ve DİSK’in bu gücünü neden yitirdiğini analiz etmek önemli bir iş; geniş çaplı akademik çalışmalara konu olması gereken bir ödev. Sendikaların güçlü olabilmesi için, merkezlerinin değil yerellerinin etkin olması, işyeri tabanlı oluşumların güçlendirilmesi gerektiği öteden beri söyleniyor. Buna paralel olarak Gezi Parkı direnişinde net bir şekilde gördüğümüz gibi, kişilerin yaşamlarına doğrudan etki eden konularda söz ve eylem üretmesi hareketin gücünü artıyor.
Artık kurumsal siyaset önemini, toplumsal hareketlere bırakıyor. Liderler, merkez karar yürütme kurulları, yönetim kadroları değil, eylemin ve yaparak öğrenmenin önemi artıyor. Bilenler değil, uygulayanlar kazanıyor. Sıradan insanın katkı koymadığı, doğrudanlığın işlemediği her süreç bir şekilde sönmeye mahkum görünüyor. İnsanlar, iktidar tarafından yönetilmek istemediği gibi, “biz bilirizci” dar yönetim kadrolarının direktiflerine de boyun eğmiyor. Anti-otoriterlik sadece siyasal iktidara karşı değil tüm kurumsal hiyerarşiye karşı işliyor. Üye olmanın zorunluluğu ile değil, gönüllü olarak bu yapıların içinde yer almak tercih ediliyor. Eyleme geçmek için ait hissetmek, değiştirebildiğini görmek ve tabii ki bunun için de katılım ve temas kurma yıllarının açık olması önemli hale geliyor. Sivil itaatsizlik kavramının siyasal sonuçlarını geliştirmenin yolu biraz da bu güzergahı açık tutmaktan geçiyor.
Örgütler, hareketlerin taleplerini yönlendirmekle değil, onları bünyelerinde daha fazla temsil etmekle görevliler. Bundan sonraki süreçte, sendikalardan çağrı beklemek yerine eylemlere devam ederek bu yapıları çağrı yapmaya mecbur bırakmak zorunda kalmak daha etkili bir yöntem olarak görünüyor.
Bu noktada Castells’in Kimliğin Gücü kitabında küreselleşme-karşıtlarını tanımlarken kullandığı ve eski bir sloganın tersine çevrilmiş hali olan “örgütsüz bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” sözünü hatırlamak gerekli. Yeni dönemde, yıkılmaz çelik bir iradeyle birleşmiş bir bütünün hareketi değil, her yerden yeniden çıkan kontrol edilemez taban eylemlerinin gücünü göreceğiz ve bu süreci yönetmek değil kendilerini ona adapte etmek zorunda kalan kurumları… (YY/AS)