“Yani şimdi, erkek adamın aşkını izleyeceksiniz. Gerçek hayattaki gibi sevecek erkek adam ve gerçek düşmanlığı ve onun acı meyvelerini göreceksiniz. Ve hem öfke ve hırsın, hem de alaycı kahkahaların çığlıklarını duyacaksınız. Öyleyse bu kurban edilmiş dünyadaki aynı havayı soluduğumuz ve etten kemikten yaratılmış erkekler olduğumuz için giydiğimiz zavallı kostümlerden ziyade ruhlarımızı, içimizi fark edin! Öyleyse bu, bizim davamız. Şimdi davamızın nasıl gözler önüne serileceğine dikkat edin. Haydi! Gösteri başlasın artık!”
R. Leoncavallo’nun I Pagliacci Operası
Tonio’nun prologundan
Yıl 1889. Verdi’nin Violetta isimli başkahramanının acı dolu ölümüyle noktalanan "La Traviata" operası çoktan sahnelenmiş, aile babalarının aileleriyle gitmekten utanç duydukları, koro sanatçılarının sahneye ilk kez karışık çıktığı, “ahlaksız” bir çingene kadınının tasvir edildiği Bizet’nin "Carmen" operasının 23 Mart 1875’teki prömiyeri çoktan hezimetle sonuçlanmış, 1860’larda İtalya’da bir grup edebiyatçının öncülük ettiği, ancak pek de kalıcı olmayan Scapigliatura akımından geriye sadece birkaç düşünce kırıntısı kalmıştır.
Opera sanatında bir çığır açacak olan, Leoncavallo, Mascagni, Giordano, Puccini gibi üstatlarca şekillendirilecek verismo (gerçekçilik) akımı, bu kırıntılardan beslenerek gelişecektir.
"Gerçekçilik" operada "acı"nın dile gelmesini sağladı
İşte 1889'da İtalyan yayınevi Sonzogno’nun açtığı opera yarışmasında verismonun ilk ve en önemli operası olarak görülen ve bir Sicilya köyünde geçen Pietro Mascagni’nin "Cavalleria Rusticana"sı birinci, Ruggiero Leoncavallo’nun gezici bir sirk çalışanlarının yaşadıkları olayları konu alan "I Pagliacci" operası ise ikinci olmuştur.
Böylelikle bu iki genç bestecinin yıldızları, opera sanatı açısından son derece prestijli olan bu yarışmada aldıkları ödüllerle parlamıştır. Bu operalar verismonun öncülleri sayılsa da, akımın ilk örneği bazı yorumculara göre Carmen, bazılarına göre ise La Traviata’nın gerçekçi karakteristiğiyle göze çarpan son sahnesidir. İlk örneğin hangisi olduğu bir yana, genel olarak sanat akımlarında bir alt üst oluş yaşandığı, edebiyatta Emil Zola gibi devlerin ortaya çıktığı ama bu sanat devlerinin eserlerini sindirmenin zorluğunu yaşayan kitlelerce eleştiri yağmuruna tutuldukları (Zola’nın Germinali bunun en tipik örnekleridir belki de) yıllardır bu yıllar.
Opera sanatı da hızlı bir silkelenme evresindedir. Gerek kimi kez gerçek hayattan esinlenerek yazılan konular, yepyeni orkestral teknikler, gerek son derece anlam kazanan ve öne çıkan librettolar, konuşmaya yaklaşan şan partileri, bel kantonun adeta tahtından indirilmesi, göğüsten söylenen yürek paralayıcı pes partiler (Maria Callas’ın eşsiz Tosca yorumunu, ya da I Pagliacci’deki Vesti La Giubba aryasında şan partisine karışan Canio’nun acı kahkahalarını hatırlayalım) opera sanatındaki sıra dışı gelişmelerin sinyallerini vermektedir.
Operanın insanlaşması...
Operaların içine girebilmek, nüfuz edebilmek, derinliklerinde yüzmek demektir verismo. Sıradan, basit, yoksul insanların, aldatılan ve vahşi namus cinayetleri işleyen erkeklerin, herkesi kendine âşık eden, hafifmeşrep, umursamaz kadınların, yoksul ve aldatılan zavallı genç kızların, kimi kez işçilerin, kimi kez engelli karakterlerin artık operalarda yer alması, sahnede o dönemki yaşamlarından kesitlerle karşılaşan izleyiciyle sahne arasındaki mesafenin daralmasıdır.
Cavalleria Rusticana’da köyüler tarladan dönerlerken, Paskalya yortusunda kilise çanları çalarken, La Bohem’de Mimi tıpkı Violetta gibi veremle boğuşurken, halk yağan karın altında üşüyerek, mutlulukla dolaşırken sahne izleyici, izleyici sahne olur, ikisi iç içer geçer adeta. Opera halka iner, insanlaşır. Orkestra gerçekliği duyurur. Büyük büyük efsanelerden, masal kahramanlarından eser kalmamıştır artık, yaşanmışlık sarıp sarmalamıştır her tarafı.
Tonio’nun prologunda söylediği gibi, “Derinlere gömülmüş hatıralar gerçek gözyaşlarıyla, sanatçının kalbinde su yüzüne çıkmıştır. Sanatçı yazmış ve yazarken de zamana iç geçirmelerinin izlerini bırakmış”tır. “Erkek adamın” operası 2I Pagliacci'nin başında yer alan prologla Tonio, az sonra izlenecek operanın nasıl gerçekle iç içe olduğunu ısrarla anlatır.
Gerçekten de I Pagliacci’nin konusu bestecisi Leoncavallo’nun polis memuru olan babasının tanık olduğu bir tutku cinayetine dayanır. Opera, “femma fatal” başkarakter Nedda’ya yakılan bir erkeklik ağıtıdır adeta.
Carmen de bir ilkti...
Carmen’in de gerçek olaylara dayandığı yönündeki rivayetler boldur. Prosper Mérimée’nin aynı isimli romanından uyarlanan operanın konusunun, yazarın İspanya’da bulunduğu yıllarda çingene kızlarıyla yaşadığı bazı gönül ilişkilerine dayandığı çokça söylenir olmuş, hatta gerçek Carmen’in torunuyla görüşme yaptığını söyleyen biri bile çıkmıştır.
Operanın “ahlaksızlığı” ve “yozluğu”, Nedda gibi bir tutku cinayetine kurban giden Carmen’in çalıştığı tütün fabrikasında paydos zili çaldığında işçi kızların ellerinde sigaralarla fabrikadan çıkmalarıyla ve Carmen’in ilk kez meşhur aryası Habanera’yı söylerken sahnede yaşanan “açık saçıklıkla” belgelenmiş, operanın ilk sahnelendiği dönemlerde adeta aforoz edilmesine yol açmıştır.
O zamanlarda Verdi ya da daha önceki dönemlerde Rossini gibi bestecilerin namuslu operalarına (Gerçi Verdi’nin La Traviata’sı da pek masum sayılmaz!) alışık olan izleyici bu kadarını kaldıramamış, bestecisi Bizet ise, günümüzde opera repertuarının en önemli örneklerinden biri olan Carmen’in başarısını göremeden, uğradığı hezimetten kısa bir süre sonra 39 yaşında ölmüştür. Acıklı olan, diğer iki öncü verismo bestecileri Mascagni ve Leoncavallo’nun da benzer sonlar yaşamaları, sahip oldukları ün ve başarıyı kısa zaman sonra kaybetmiş olmalarıdır.
Opera yalnızca "yüksek sınıf"a ait değildi artık
Kolay, acısız bir süreç olmamıştır tabi ki tüm bu alt üst oluş, yerle bir ediliş. Sahnede korkutucu kavgaların (Cavalleria Rusticana’da Turiddu’nun Alfio’nun kulağını ısırması gibi), cinayetlerin, değişik şiddet biçimlerinin yaşanırken besteciler, opera evleri, sanatçılar, çok ağır bedeller ödemek zorunda kalmış, ağır yaralar almışlardır.
Tutkunun, ihtirasın, acı dolu gerçekliğin sıcacık Akdeniz canlılığıyla, samimiyet, hafiflik ve eğlenceyle harmanlandığı eserlerdir Carmen, Cavalleria Rusticana ve I Pagliacci.
Yapaylığa, uzaklığa, kibire, şatafat ve lükse düşkün izleyicinin beklentilerine yer yoktur artık. Aslında akıma öncülük ettiği düşünülen Carmen’in o dönemki Paris izleyicisini bu denli rahatsız etmesinin sebebinin sınıfsal temellere dayanması, ihmal edilemez bir gerçektir.
Çünkü o döneme kadar operanın “sınıfı” bellidir bir bakıma, verismo ise hem operanın sınıf değiştirmesi, hem de adı geçen bu üç operayla birlikte daha sonra Puccini’nin Tosca’sında da görüleceği gibi, insanın tenine değecek, iliklerine dek işleyecek, kimi zaman derecesi yüksek heyecanlara sürükleyecek olayların hiç çekinmeden, sakınmadan gözler önüne serilmesidir.
Ve Puccini...
İzleyici üzerinde yaratılan tüm bu rahatsızlık hissi, aslında izleyiciyi bir yandan operanın anlamını sorgulamaya ve belki de opera kavramının içini yeni bir anlamlar yumağıyla doldurarak alttan altta bir “yapıbozum” işareti vererek düşünmeye sevk eder. Perde açılıp inene dek, hatta sonrasında da bu düşünceler, belki de düşünce değil de his boyutuyla şaşkınlık dolu bir karabasan etkisiyle izleyiciyi rahat bırakmaz.
Ve Puccini’nin büyüsü. Tosca’nın ressam sevgilisi Cavadarossi’nin gördüğü işkence esnasında attığı çığlıkları, Tosca’nın Baron Scarpia’yı dehşet verici bir soğukkanlılıkla öldürürken sarf ettiği tüyler ürpertici sözleri çekinmeden bize duyuran Puccini. Tosca’nın Tıpkı Butterfly gibi acının, saf acının soluğunu ensemizde hissettiren korkunç intiharı.
O yıllarda ABD üslerinin kurulduğu Uzak Doğu ülkelerinde Amerikalı askerlerden medet uman zavallı Japon kızlarının ve geyşalık kurumunun "Madam Butterfly"da temsil edilişi. Puccini’nin eşsiz müzikal yaratıcılığının yanı sıra operalarında sosyal olana böyle kucak açılıvermesinin, bestecinin İris adlı maalesef pek de bilinmeyen operasında aileleri tarafından genelevlere satılan Japon kadınlarının, bir manastırda geçen Suor Angelica’da ise kadının din uğruna tecrit edilişinin sorgulanmasıyla belgelenmesi.
Bestecinin bu iki operasında kadınların ezilen bir sınıf olduğunun tereddütsüz bir şekilde aktarıldığı söylenebilir. Gelmiş geçmiş en büyük opera bestecilerinden olan Puccini, opera tekniğini ve anlayışını çok ilerilere götürmüş, bu özellikleriyle Leoncavallo ve Mascagni’nin aksine sahip olduğu ün ve başarının tadını çıkarabilmiştir.
İşte tüm acılarıyla, sıradan, basit insanlarıyla, sosyal sorunlarla, yaşanmış gerçek olaylarla, radikal tiyatral düzenlemeleriyle verismonun utanmaz çıplaklığı. Operada daha önce bize prizmaların ardından gösterilen bulanık yanılsamaların, dupduru saydam bir camın ardından gerçekliğe dönüşüvermeleri değildir de nedir tüm bu olup bitenler? (AK/NZ)
* Aslıcan Kalfa, Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı, Araştırma Görevlisi