“Önüm, arkam, sağım, solum sobe, saklanmayan ebe!”
Bitlis’in Tatvan ilçesinde bir yaz akşamüzeri. Dayılarımın yazıhanesine gitmediğim günlerden birinde, sokakta mahalledeki çocuklarla saklambaç oynuyoruz. Ebeyim.
50’ye kadar saydıktan sonra gözlerimi açıyorum. Hava giderek kararıyor. Tatvan’da karanlıktan korkan ben, karanlıktan korkmayan çocukları bulacak, sobeleyecek ve ebelik görevimi başarıyla yerine getireceğim.
Sağa, sola, öne, arkaya, direklerin ardına, kavak ağaçlı bahçeye bakma girişimlerimden eli boş dönüyorum. Sokak çok sessiz, arkadaşlarım sessiz. “Herkes nerede?”
Hava kararıyor. Sanırım bir yüzyıldır ebeyim. Akşamüzeri yerini akşama bırakıyor. Kimseyi bulamıyorum. Arkadaşlarımın bana kıkır kıkır güldüklerini duyuyorum. Duyuyorum ama saklandıkları bahçelere gidemiyorum.
Tam “çıkın, kurtsunuz!” diye bağıracakken mavi sirenleriyle üç askeri araç sokağa giriyor büyük bir gürültüyle. Tüm arkadaşlarım saklandıkları yerden çıkarak evlerine kaçıyor. Tabii ben de... Bu akşamlık oyun bitti.
Gündüz başka, akşam başka, gece bambaşka...
Bitlis, 19 Temmuz 1987’de yürürlüğe giren Olağanüstü Hal yasasının (OHAL) uygulandığı şehirlerin arasına “mücavir”, yani "komşu" il olarak girdi. 1994’de ise OHAL’in “resmen” uygulandığı 13 ilden biri oldu. Uygulama 1997'de kaldırıldı. Ancak kendi gitti ruhu kaldı...
Doğduğum, büyüdüğüm, ilkokula başladığım, İstanbul’a taşındıktan sonra her yaz gelip üç ay kaldığım Tatvan da, hem Muş-Van-İran bağlantı yolunun üzerinde olmasından hem de Van Gölü’nün kıyısında bulunmasından sebep ordunun bolca yığınak yaptığı bir yerdi.
Okula giderken, çarşıya giderken, “denize” giderken, akrabaya, fırına, bakkala giderken en çok asker ve sarkık bıyıklı, ray ban gözlüklü çevik kuvvetleri görürdünüz. Annesinden, babasından korkan her çocuk için bu “adamlar” ürkülesiydi. Biz de ürküyorduk.
Her "Olağanüstü şehir" gibi Tatvan da havanın kararmasıyla “başka” bir yer olurdu. Bu yüzden çocuklar erken kalkar, akşamları da hava kararmadan eve girerlerdi. Çünkü akşamları, teyzemin deyimiyle "gökten yıldızlar yağardı ve bazen bunlar başımıza düşebilirdi." Bu ne demekti anlamazdım. Anlamazdım ama korkumdan sebep hava kararmaya başlar başlamaz eve koşardım.
"Işıklı" bir gece
1993 yazı. Yine televizyonlar ölüm haberleri geçiyor. Hakkari’de şu kadar, Diyarbakır’da şu kadar, Van’da şu kadar, Mardin’de şu kadar... Azar, çoğar insanlar ölüyor, öldürülüyor. Tatvan “görece” daha sakin bir yer olmasına rağmen tüm ölüm, baskın, çatışma haberleri halka gerginlik olarak yansıyor.
Sonra TeReTe’de bir anons duyuluyor: Bitlis’in Tatvan kırsalında çıkan çatışmada...
20.00 haberlerinden birkaç saat sonra gürültüyle irkiliyoruz. Silah sesleriyle ortalık yıkılıyor. 13 yaşındaki ben, 10 yaşındaki kardeşim, 12 yaşındaki kuzenim, koca koca teyzelerim, dayılarım, annem., anneannem... evdeki herkes büyük bir panikle yere uzanıyoruz.
Evimizin bulunduğu sokak birden askerlerle, polislerle- çevik kuvvetle doluyor. Maci ışıklar, sirenler, tanklar derken gerildikçe geriliyoruz. Sokaktan yükselen sesler çığlıklara, çığlıklar feryatlara, yakınmalara dönüşüyor. Hiçbir şey anlamıyorum.
Ama çocuğum ve meraklıyım. Uyuduğum odaya sürünerek gidiyor, kafamı korka korka cama uzatıyorum. Dağdan şehre, şehirden dağa gidip gelen bir sürü “ışık”, “ışıklar”. Mahalledeki seslerin nedeni ise evlere yapılan baskınlar.
Kapıları çalmaya gerek bile duymadan evlere giren “emniyet” görevlileri arama-taramadan sonra bazı evlerden insanları kelepçeleyerek arabalara bindiriyor. Nedeni, niçini hakkında kimsenin fikri yok. hiçbir yetkili ya da görevli açıklama yapmıyor. Kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar bir bilinmeze götürülüyor. Arkalarında da ağlayanlar...
“ışıkları” saçan silahlar gece boyu gürültü yapmaya devam ederken, bomba sesleri de ekleniyor onlara. Tatvan’da “düşük yoğunluklu bir savaş” sürüyor. Sürüyor... sürüyor...
Çocuk aklı sanırım; kardeşim nasıl uyuyacağız diye soruyor. O “ışıkların” kimlere ne yaptığını merak ede ede, evdekilere sora sora, cevap alamaya alamaya uykuya dalıyoruz.
Tırnaklı pide, "Yukarıki mahle", sokakta panzer
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyorum. Fırına gidip sıcak tırnaklı pide alacağım. Bu benim her sabahki işim. Bir nevi yazları pide sorumlusuyum evin.
Koşa koşa fırına gidiyor, sıcak pidelerle, kollarım yana yana eve geliyorum. Gayet sıradan bir gün. Öyle sanıyorum.
Sokaktayız. Öğleden sonra, hava daha ısınınca denize gideceğiz. Sokağın iki ucu askerlerle tutuluyor. Güvenliğimiz için.
Yukarı mahallelerde halkın askeri araçlara taş attığını, askerlerin havaya ateş açtığını duyuyoruz. Oyun oynamak istiyoruz bir yandan ama bir yandan da korkuyla karışık bir heyecan yaşıyoruz.
Yukarıdan başlayan “hareketlilik”, bizim oyun oynadığımız sokağa da geliyor. Az önce oyun oynayan çocuklar, birden ellerine taşlar alıyor. Hedefler belli: askeri araçlar.
Yukarı mahallelerden de çocuklar katılıyor bize. Hepimiz heyecanla, korkuyla ama bir o kadar da öfkeyle ellerimizdeki taşları atıyoruz panzerlere, tanklara... Sesler ekleniyor taşlara. Balkonlardan, damlardan, bahçe kapılarından kadınlar anneler, ablalar, teyzeler, neneler bağırıyor...
Yaşları 8’le 17 arasında değişen çocuklar saklambaç oynamak yerine polise, askere taş atıyor. Çünkü... Çünkü dün gece abileri, ablaları, babaları, dayıları, amcaları... aileden biri ya da birileri bilmedikleri ama tahmin ettikleri bir yere/yerlere götürülüyor.
Bu sadece o gün değil, mütemadiyen her gün oluyor. Her gün/gece ailesinden kimin bu bilinmezliğe gideceğini kendisine, annesine, babasına, abisine, ablasına soran çocuklar soru işaretlerinin oluşturduğu kızgınlık, kuşatılmışlık ve çıkışsızlıkla taş atıyor. Atıyoruz...
Çünkü...
Taş atıyoruz çünkü oyun alanlarımızda biz değil, elleri silahlı, yüzleri maskeli korkutucu adamlar yürüyor.
Taş atıyoruz çünkü; ailelerimizden birilerini “yetkililerin çözmekten imtina ettikleri” bir savaşa, o savaşın yarattığı akıl tutulmasına zayi etmek istemiyoruz.
Hiç birimiz teori bilmiyoruz. Hiç birimiz strateji üretmiyoruz. Hiç birimiz... Hiç birimiz işte neresinden bakarsak bakalım “çocuğuz”. Ve bu yüzden olsa gerek aklımızın almadığı bu akıl dışılığa karşı “direnişimizin” simgesi o taşlar.
Her hükümetin söyleye durduğu üzere “oralı” çocuklar park, daha iyi okullar, spor tesisleri, ağaçlandırılmış bölgeler, daha çok mısır cipsi, dondurma, şeker kadar huzur istiyoruz.
Ailelerimizi, arkadaşlarımızı, tanıdık, tanımadık kimseyi bu karanlığın içinde kaybetmek istemiyoruz. İstemiyoruz ve bu yüzden bizi dinlemekten kaçınan, bizim cümlelerimize kulaklarını tıkayan üç maymun cumhuriyetine meramımızı o taşlarla atıyoruz.
Medya seviyor tabii her gösteride taş atan çocuklar üzerinden “etik, ahlak, insanlık” dersleri vermeyi. Seviyor ama bir türlü o çocukların ne istediklerini de sormuyor
Bakmayın sayın Başbakanın ve diğer siyasetçi “büyüklerimizin” söylediklerine. OHAL’deki çocuklar, ben ve hepimiz, park, okul, parka, bisiklet, şeker, dondurma, deniz simidi kadar yüksek sesle ve büyük harfle “BARIŞ İSTİYORUZ.” (BÇ)