Hamilelik ve doğum haberleri yüzyıllardır iyi dilekler ve kutlamalarla karşılanır. Yaşanan ülkenin ya da dönemin koşullarından bağımsız bir şekilde yeni bir insanın doğuşu umudu temsil edegelmiştir. İstisnai durumlar dışında hamilelik ve doğum kararı değil, tersi sorgulanır. Çünkü üremek doğal olandır. Ürememek norm dışıdır ve ürememe kararının meşrulaştırılması beklenir. Diğer bir deyişle hamile insanlara neden hamile kaldıklarını, neden kürtaj yaptırmak yerine doğurmaya karar verdiklerini sormayız, fakat kazara hamile kalan insanlar kürtaj yaptırmak istediğinde kararlarını gerekçelendirmeleri beklenir. Ya da hiçbir zaman hamile kalmayan ve kalmak da istemeyen insanlara ne zaman çocuk yapmak istedikleri, istemiyorlarsa neden istemedikleri sorulur. Üremeleri konusunda ısrar etmek bile çoğunlukla normal karşılanır.
Oysaki kişinin hayatının en önemli kararının sonuçlarıyla kendisi ve dünyaya getirdiği insan karşı karşıya kalacaktır. Bu konunun "Allah aşkına bir tabak daha ye" lakaytlığıyla gündeme getirilebilmesinde kültürümüzde kişisel sınırların darlığının yanında konunun yeterince ciddiye alınmayışının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Yeterince ciddiye alınmayan elbette kişinin çocukları değil. Fakat üreme kararının kendisine, hayatın herkes için kaçınılmaz ve mecburi bir aşaması muamelesi yapmakta bir sorun var. Hatta hayat boyu karşılaştığımız zorluklar ve nihai sonumuz düşünüldüğünde, üreme kararının kendisinin sorgulanması gerekiyor. Bu sorgulama popüler kültürde karşımıza o kadar az çıkıyor ki o nadir örneklerden birini üreme etiği bağlamında incelemek istedim.
Senaryosunu Erdoğan Tünaş'ın yazdığı ve yönetmenliğini Kartal Tibet'in yaptığı "Gülen Adam" (1990) filminin ana karakteri Yusuf, askerliğini yaptıktan sonra çalışmak için köyden şehre göçmüş, kendi halinde yaşamını sürdürmektedir. Polisin onu denizi kirlettiği gerekçesiyle karakola götürmesiyle kitlelerin sıradanlığından çok geçmeden sıyrılır. Çünkü Yusuf, öfkelenmesi, pişman olması, hüzünlenmesi beklenen her anda duygularını gülerek ifade eder. Çok geçmeden Yusuf'un tüm duygu yelpazesinin yegâne ifadesinin gülmek olduğunu anlarız.
Psikiyatrik değerlendirme için Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne sevk edildiğinde Yusuf, kurulun oldukça ilgisini çeker ve Oktay, doçentlik tezini Yusuf üzerine hazırlamaya karar verir. Oktay'ın hipotezi, ağlanması beklenen durumlarda gülen Yusuf'un, gülünmesi beklenen durumlara ağlayarak tepki vereceği yönündedir. Hastanın kendisine sorularak da kolayca tersi kanıtlanabilecek olan bu hipotez, olay örgüsünün ateşleyicisi görevini üstlenir. Hastanın (kurul ve Oktay bunun bir hastalık olduğu konusunda ısrarcıdırlar) anamnezini Yusuf'un doğduğu köye gidip onu çocukluğundan beri tanıyan insanlarla zenginleştiren Oktay, kısa sürede kendini etik bir ikilem içinde bulur. Hipotezinin doğruluğu, tanıdıkça sevdiği ve işinden çok güldüğü gerekçesiyle atıldıktan sonra evinde misafir ettiği Yusuf'un acıyı fiziksel bir biçimde ifade edebilmesine bağlıdır. Yusuf doğumundan hemen sonra poposuna vurulduğunda kahkaha atmış, sünnetinde de çok eğlenmiştir. Babasının cenazesinde ve askerde de çok gülmüştür. Yusuf'un ailesinden öğrendikleri Oktay'ı daha da hayrete düşürür. Yusuf ise asık suratlı insanların dünyasında hastalık teşhisi konanın ve değişmesi gerekenin kendisi oluşunu garipser, fakat hikâyedeki karakterizasyonla tutarlı olarak insanlığın genel durumuyla ilgili gözlem ve çıkarımları Oktay'a bırakır.
Yusuf aşık olduğunda da ağlamayınca olay örgüsü filmin sonunda doruk noktasına ulaşana dek Oktay'ın hipotezi hiçbir zaman doğrulanmayacak gibi görünür. Yusuf ve Naciye, Naciye'nin babasının itirazlarına rağmen evlenirler ve Yusuf biriktirdiği tüm parayı tek odalı bir gecekondu almak için harcar. Naciye'nin babası, belediye yıkım ekibi amiridir ve kendi gecekondusuna yıkım emri verilmesine kadar geçen sürede merhametsiz, işine sadık ve düz bir karakterdir.
Naciye'nin babası yıkım emri verildiğinde, tereddüt etmeden Naciye ve Yusuf'un gecekondularının yıkılmasına izin verir. Kendi yaşadığı gecekondunun yıkım emrini okuduktan sonra ise türü komediden tragedyaya doğru değişim gösteren hikâyede kritik bir dönüm noktası gerçekleşir ve baba da kızı ve Yusuf ile birlikte, Yusuf'un yıkımlardan kaçınmak için inşa ettiği mobil gecekonduya yerleşir.
Naciye doğum yapmak üzere olduğu için Yusuf gecekondusunu kaçak villaların mantar gibi bittiği bir semte park eder. Yıkım ekipleri polis eşliğindeki kepçelerle mahalleye vardıkları sırada Naciye doğum yapmaktadır. Kaçak yapıların zengin sahipleri lüks arabalarından kürkleriyle iner ve yıkıma tepkilerini gösterirler. Onların tepkileri de yoksul mahallelerin sakinleri kadar etkisiz olur; değerli takılarıyla beraber ağlayarak arabalarına binerler. Bu sırada Yusuf ve Naciye'nin oğlu Umut doğar. Biz arkasındaki pencereden sokaktan geçen kepçeleri izlerken "Umut... Güzel isim. Ama ağlıyor. Hep ağlayacak mı? Neden? Ben ağlamadım hiç" diyen Yusuf hayatında ilk defa ağlamaya başlar. "Çok mu mutlusun?" diye sorar Oktay, "ondan mı?" Hipotezinin sonunda doğrulandığını düşünerek bir an için gözleri parlar. "Evet, çok mutluyum. Ama ondan ağlamıyorum. Kahroluyorum. Ben her şeye güldüm geçtim. Ama oğlum ağlıyor. Hep ağlayacak mı? Hakkım yoktu. Onu dünyaya getirmeye hakkımız yoktu" diye yanıt verir Yusuf. Hıçkırarak ağlamaya devam eder. Oktay ve Naciye, Yusuf'u rahatlatmaya çalışmaz, ona insanın hayatta ağladığı kadar güldüğünü de hatırlatmaz, üremenin meşrulaştırılmaya ihtiyacı olmayışı genel kabul gören bir hak olduğundan ve her erişkinin üreyebildiği sürece bu hakkı saklı tuttuğundan söz etmezler. Başlarını sessizce, yüzlerinde hüzünlü bir ifadeyle önlerine eğerler. Arthur Schopenhauer'in "Dünyanın Istırabı Üzerine"deki deyişiyle "ıstırapdaşlar" olarak var olmanın felaketini, çaresizliğini vakur bir şekilde paylaşırlar. Gülmesine ve güldürmesine aşina olduğumuz Sunal'ın beklenmedik hüznü, izleyicinin onun acısına ortak olmasını da kolaylaştırır.
Oktay'ın hipotezi çürütülmüştür. Geçici acı ve hazlarla dolu hayatında Yusuf, trafiğin sıkışmasına, sevdiği kadının babasının evlenmelerine karşı çıkmasına, işten kovulmasına, insanların dişlerini çektirirken acı çekmesine kahkahalarla yanıt vermiştir ama başka bir insanın, kendisini ağlayarak ifade edecek kadar çaresiz olacaksa, çekeceği tüm acıların nihaî sorumluluğunun kendisine ait olması gerçeği karşısında kahrolur.
Yusuf kendisi doğumundan hemen sonra gülmesine rağmen, Umut'un doğumu onu neden ağlatır? Kadim travma, tüm travmaların kökeni doğumun kendisi midir yoksa doğuma sebebiyet vermek mi? Rahmin sıcaklığından vajinal kanala, oradan da evrenin kayıtsızlığına ya da Thomas Ligotti'nin deyişiyle "habis beyhudeliğe" uzanan yolculuğun fiziksel travması yenidoğan için aşılması gereken ilk engeldir. Fakat kişi, aynı zamanda bu ve benzeri engelleri aşmak için uzun bir süre başka insanlara bağımlı olduğu savunmasız bir haldedir. Avusturyalı psikanalist Otto Rank'e göre doğum ilk travmadır (1924). Anne rahminden ayrılma ve korunaklı bir alandan çıkış, anksiyetenin kökenini inşa eder ve nevrozu anlamanın anahtarıdır.
Bebeğin doğumu, bebek ve anne için fiziksel açıdan da zor bir süreçtir. Korunaklı sınırları olan alandan, kişinin anneyle birleşiminden, belki de yokluktan sonraki en ideal durumdan, sınırları tahayyül edilemeyen, mekânsal açıdan bir sonsuzluğa düşüş, kişinin kendi adına hatırlayamadığı, ancak başkalarının tecrübelerinde gözlemleyebildiği bir düşüştür. Bu yüzden de Rank'e göre bilinçaltının çekirdeğini oluşturur. Yusuf kendi doğumunda yaşadığı bu travmayı gülerek karşılasa da oğlunun travmasına kayıtsız kalamaz. Çünkü kendi doğumunun aksine, Umut'un travmasının sorumlusu odur. Kendisinin etkilenmediği doğum travmasını bir sonraki nesle aktarmıştır.
Şu çocuk dünyaya getirme işi şimdi olduğu gibi bir zorunluluk veya bedensel zevkin eşlik ettiği bir şey değil de tamamen düşünüp taşınarak akılla yapılan bir iş olsaydı acaba insan soyu gerçekten varlığını sürdürmek ister miydi? Bir insan gelecek nesle onu hayat yükünden kurtaracak kadar şefkat ve merhamet beslemez miydi? Ya da böyle bir yükü onun üzerine yükleme sorumluluğunu soğukkanlılıkla üstlenmeyi istemeyecek kadar ona yakınlık duymaz mıydı? (Schopenhauer, 2010: 29)
Ebeveynlerin hayatlarındaki en büyük ironilerden biri en çok sevdikleri insanın çekeceği tüm acılardan ve nihaî olarak da ölümünden sorumlu olmalarıdır. Çocukları doğduktan sonraki hayatlarının tümünü – ideal olarak - çocuklarının çekeceği acıları en aza indirgeyerek, onları çeşitli tehlikelerden koruyarak, onlara ekonomik ve duygusal yatırım yaparak geçirirler. Çoğu ebeveyn, çocuklarının hayatta kalmayı sürdürmesi için gerektiğinde kendi hayatını feda etmek konusunda da tereddüt etmez. Aynı zamanda da çocuklarının onları korumaya çalıştıkları tehlikelere maruz kalmasının, yani var olmalarının birincil nedeni de ebeveynlerdir. Yusuf'un da yaşadığı katartik aydınlanma anı, olay örgüsünün doruk noktası, oğlunun ağlamasıyla kazandığı farkındalıktır. Hayat, Umut'u ağlatmaya devam edecektir. Dolayısıyla, en kadim travma belki de doğumun kendisinden ziyade onu takip eden varoluştur. Yusuf, mobil gecekondusunu sırtlar ve onunla ilk tanıştığımız Marmara Denizi kıyısından yoluna devam eder. Oğlunun ağlamayacağı bir yer arayacaktır. Yusuf'un taşıdığı yük (mobil gecekondu ve Umut'un varlığının sorumluluğu) kaçınılmaz olarak "habis beyhudeliğin", varoluşsal pesimizmin en ünlü simgesi olan Sisifos mitini çağrıştırır. Albert Camus'ya göre Sisifos, "ruhlar ülkesinin yararsız işçisidir" (1988: 98). Yunan mitolojisinde bir kayayı her çıkardığında tekrar aşağı yuvarlanacağı dağın tepesine taşımakla cezalandırılan Sisifos'u mutlu tahayyül etmemiz gerektiğini yazar Camus. Sisifos kendi yazgısını çocuğuna da aktarmaya gönüllü olursa neden olmasın? Yusuf, mobil gecekondusunu nereye taşırsa taşısın, Umut'un acı çekmesine engel olamayacaktır. Sisifos'un yazgısından kaçamadığı gibi. "Gülen Adam" filminin sonu, Sisifos'un cezaya çarptırıldığı andır; beyhude bir çabanın başlangıcı.
Birçok izleyici Yusuf'un hüznünü anlar. Çünkü Yusuf tek göz gecekonduda karısı ve kayınpederiyle yaşamaktadır. Sürekli güldüğü için hiçbir işte tutunamaz. İzleyici bundan Yusuf'un Umut'a güvenli bir gelecek sunamayacağı sonucunu çıkarabilir. Fakat işin aslı kimsenin yaşam kalitesi salt sosyo-ekonomik koşullarla belirlenmez. İdeal olduğu düşünülen koşullar değişebilir, ideal olmadığı düşünülen koşullarda bazı insanlar çok mutlu olabilir. Özetle hepimizin bildiği gibi hayatta hiçbir şeyin garantisi yok. Dolayısıyla Yusuf'u anlayan izleyici, üreme kararını koşullardan bağımsız aynı empatiyle sorgulamalı ve empati ebeveynden ziyade çocuğa yöneltilmeli.
*Antinatalizm: Doğum karşıtlığı
(CÖÖ/AÖ)