“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim! ” Rakel Dink
At. Avrat. Tecavüz.
Dünyaya bakışını çağlar boyu bir erkeğin hayatta üç şeye sahip olmasıyla özetleyen bir topluluğun ikinciden sonra yozlaşmamasını mı bekliyordunuz?
Yeri geldiğinde canları pahasına savunmaları gereken özgürlükleri dışında şu hayatta hiçbir şeye ve hiç kimseye sahip olmamaları gerektiği; tersinin dünyaya ve insanlığa karşı bencillik olduğunu kendilerine öğretmedikçe çocukların kadınları öldüren erkeklere, öğrencileri gazlayan polislere, ağaç kesen mühendislere, evladını kaybetmiş anneyi yuhalatan siyasetçilere ve bunların hepsine sessiz kalan “bayanlara” dönüşmemekten başka çaresi olur mu?
Sekiz yıl önce gazeteci eşinin cenazesinde Rakel Dink’in acısının sıcaklığına, göz göre göre geliyorum diyen cinayetin haksızlığına rağmen hepimize verdiği, şapkamızı çıkarttırıp önümüze baktıran insanlık dersini nasıl unutabiliriz?
Berkin’in babası Sami Elvan’ın Burak’ın babası Halil Karamanoğlu’na yaptığı, zamanın başbakanı Erdoğan’ın kışkırtıcı sözlerine karşı kol kola girip Erdoğan’ı utandırma çağrısı hala akıllarımızda değil mi? Dışarıdan baktığımızda böylesi yüce gönüllü tavırları takdir etmek kolaydır. Ateş bizleri ve sevdiklerimizi gündelik hayatın içinde yakacak kadar yanımıza düşme ihtimali gösterdiğinde insanlığımızı her şeyin önüne koyabilmeyi, öfkemizi katil yerine çağlar boyu çocuklarının kafalarına kakıla kakıla kökleştirilmiş ataerkil ve mülkiyeti yücelten düzene karşı yöneltmeyi becerebilecek miyiz? Faile yönelmiş kolay ve katıksız öfkenin bizleri yanıtını aramaktan alıkoyduğu soru budur.
Mezun olabilseydi mesleği yeri geldiğinde belki toplumsal patolojileri de açıklamak, elinden gelse tedavi etmek olacak psikoloji öğrencisi Özgecan’ın hayatını kaybetmesinin ardından Mersin Barosu’nun failin savunmasını üstlenmeyeceklerini açıklaması, etrafımızdaki ve sosyal medyadaki muhafazakarlarla muhafazakar olmayanların cinayetin failine duydukları linç öfkesinde ve idam cezası çağrısında hızlıca birleşivermeleri; yeri geldiğinde polis şiddetini televizyonlarında izleyip lanetleyen insanların Özgecan’ın katiline dönük “Asılsın, kesilsin, yok olsun” tepkilerinde Rakel Dink’in, Sami Elvan’ın, Halil Karamanoğlu’nun, Mehmet Aslan’ın sağduyusunun gerisine düşmeleri yazık ki çağlar boyu kaldığımız bu tek ders insanlık sınavını hala veremediğimize ve failin değilse de toplumun kalbine gömülü başka patolojilere işaret ediyor.
Kimileri elbette bu sağduyu eksikliğini Özgecan Aslan cinayetinin adli bir vaka olmasına, siyasi bir cinayet olmamasına bağlayacak. Oysa kadın cinayetleri pekala siyasi cinayetlerdir. Şiddeti yücelten, mülkle birlikte mülkiyetin de kutsallaştırıldığı bir siyasetin egemen olduğu şu coğrafyada “erkekliğin” sırtı cinsiyetçi yaklaşımlar üzerinden sıvazlandıkça bu şişirilmiş “erkekliğin” gücünü en savunmasız olandan; doğal varlıklar ve evcil hayvanlardan başlayarak kadınlar, çocuklar, azınlıklar üzerinde sınamaya sistematik biçimde yönelmemesi imkansız. HES’lerin, üçüncü köprü ve havaalanı gibi doğal hayatı katleden projelerin pıtrak gibi çoğaldığı bir dönemde sokak hayvanlarına, kadınlara, çocuklara ve muhaliflere karşı gündelik hayat içinde uygulanan gerek dolaylı gerekse doğrudan şiddetin katlanarak artması; “affedersiniz” azınlıklara karşı düşmanlığın el altından teşvik edilmesi, cinsiyetçi yaklaşımların kural haline gelmesi tesadüf değil birbirinden beslenip birbirini yeniden daha büyük ölçeklerde doğuran tavırlar.
En basitinden kadın gösterici hakkında “Kız mıdır kadın mıdır bilemem” diye demeç verebilmiş bir başbakan, o sözü söyledikten sonra gerçekleşmiş Özgecan Aslan cinayeti dahil olmak üzere kadınlara yönelik her türlü cinsel saldırının dolaylı azmettiricisi sayılmaz mı? Siz şu yazıyı okurken Türkiye’de bir yerlerde, belki de hemen yanınızdaki apartman dairesinde daha nice Ogün Samast’lar, Suphi Altındöken’ler bu örtülü şiddet derslerini günü geldiğinde güçleri yettiği oranda uygulamak üzere ezber etmekte.
Tek çaremiz bütün gündelik ve siyasi düzlemlerde reddediyor bile olsak tıpkı nüfus cüzdanı gibi sorgusuz sualsiz sahiplendirildiğimiz toplumsal cinsiyete ve içinde bulunduğumuz sınıfsal konuma göre sus payı verircesine olanaklar sunup bizleri cinayetlerinin irili ufaklı hissedarları haline getiren ataerkil iktidarı ifşa edip alaşağı edebilmek.
Düzenin izlerini kendi üzerimizde ve karşımızdaki insanlarda gördüğümüzde gözümüzü kan bürümesine izin vermek yerine kaybımıza duyduğumuz acının, devleti ve sermayeyi erkeklikle harmanlayıp yücelten iktidara karşı vermemiz gereken mücadelenin önüne geçmesini önlemek birinci sorumluluğumuz. İktidarın özünü ve gündelik hayattaki şiddete meylini sarsamadığımız sürece, yeri geldiğinde sırf erkek olduğumuz için yeri geldiğinde kadın erkek fark etmeden sınıfsal konumlarımız üzerinden bizleri nemalandıran bir düzenin göz yumduğu kadın cinayetlerindeki sessiz hissedarlar olduğumuz gerçeği değişmeyecek.
Hrant’ı, Berkin’i, Özgecan’ı kaybettik. Acımız büyük. Acımız ortak. Acımız bizimle. Acımızdan kaçış yok. Kadın cinayetleri siyasidir iddiasını bir kez daha yineleyerek, şimdi faile karşı da gösterdiğimiz ve failin bu suçu işlemesini kolaylaştırmış iklimi besleyen gündelik öfkeyle sistematikleşen faşizan şiddeti toprağa vermemiz gerekiyor; acımızı ve sorumluluklarımızı değil. Çünkü ancak hakkını verebileceğimiz bir ortak acı, sorumluluk ve utanç duygusu günümüzde yaşadığımız ataerkil, sömürgen düzeni tarihe gömmemiz gerektiğini her gün bize hatırlatıp bizleri eyleme geçmeye itebilir.
Katillere duyulan anlık öfke kolaydır, arındırıcıdır ve bir ölçüde anlaşılabilir ama doğurduğu rahatlık hissi gayet yanıltıcıdır- bugün doğacakların 20 yıl sonra içlerine düşecekleri karanlıklar içinden katiller ve kurbanlar olarak çıkmalarının önüne geçmez.
Suphi Altındöken kullandığı minibüste şoför koltuğunun yanındaki yolcuyla benzer bir cinayet haberi hakkında “Asacaksın bunları!” diye konuşmamış mıdır sanıyorsunuz? Türkiye şoför koltuğunda Suphi Altındöken’in oturduğu koca bir minibüstür. O yüzden de vakit “Kız mıdır kadın mıdır bilemem” diyen siyasetçisine bu sözlerinden ötürü herhangi bir bedel ödetmeyen; kadınlara ve iktidardan uzak düşmüş her kesime, her doğa parçasına karşı dile getirilmiş örtülü şiddet çağrısına ses etmeyip onaylamış, linçe ve yağmaya katılmasa da önlerine konan payları reddetmeyen çoğunluğun kendi içindeki Suphi Altındöken’le yüzleşme vaktidir. Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Özgecan’ız ve ne yazık ki hepimiz; onları çocukken içine çekip alan, Rakel Dink’in işaret ettiği karanlığı bitirmek kararlılığını gösteremediğimiz için, aynı zamanda Ogün Samast’lar ve Suphi Altındöken’leriz.
Türkiye’de her gün doğan 3500 bebeğin kaçını yeni Hrant’ların, Berkin’lerin, Özgecan’ların katilleri olmaktan kurtarabiliriz? Adına Türkiye denen, bebeklerden katil yaratan bu karanlık fabrikanın işçileri olan bizler hiç mi greve gitmeyeceğiz? Çarklar daha ne kadar dönmeye devam edecek?
Rakel Dink gibi, Sami Elvan gibi bu toprakların yıllardır çok kırılmış insanlarının arasından çıkıp gelen Cemal Süreya yıllar önce “Ali’yi dirilten iksir de saklı/ Hasan’a sunulmuş ağuda” diye yazmıştı.
Bugün daha azını düşünüp hissetmek kolaycılığına kaçmamız hepimizi utandırmalı. (FK/YY)
* Cemal Süreya’nın şiiri