Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta herkesi şaşırtan bir çıkış yaptı. Kendisinin de kabul ettiği gibi hiç de diplomatik olmayan bu fevri politik tavır üzerine herkes çok şey söyledi. Göğsü kabaranlar, mutluluktan uçanlar, kendi ulusal onurlarının kafasından çuvalı çekip çıkaranlar, daha neler neler... Konuşmanın yansımaları sadece Türkiye de mi yankılandı? Tabii ki hayır, Gazzeliler Erdoğan için miting bile düzenledi, bir grup Arap din alimi “Erdogan halife olsun” demeye vardırdı.
Ortadoğu ülkelerinin hali pür meali
Birçok Arap ülkesi Erdoğan’ın tavrını olumlayan ifadeler kullandılar. İran, yani bir dönem ABD’nin namlı neo-conlarınca “Ilımlı İslam ülkesi” olarak nitelendirdiği Türkiye’nin en büyük bölgesel rakibi bile ses tonu yüksekten çıkmasa da başbakan Erdoğan’a methiye kabilinden sözler söyledi.
Hasılı, Erdoğan, uluslararası bir konferansta, başbakan sıfatıyla oturduğu panelist koltuğundan “bölgesel kahraman” olarak kalkıverdi. Panelin finaline doğru Erdoğan ile aynı anda ayağa kalkan, ancak salonu terk etmek konusunda tereddütler yaşayan, sonra geri dönüp aynı koltuğa oturmayı uzun uzun düşünen ve biraz da “mecburiyetten” tekrar yerine kurulan Arap Birliği Genel Sekreteri Amr-ı Musa’nın bu çelişkiler ile dolu tavrı, aslında Ortadoğu ülkelerindeki halin pürmealiydi.
Güvenlik Konseyi ya da El Beşir pragmatizmi
Uluslararası kamuoyu şaşkınlığını gizleyemedi, bilhassa batı basını merak içerisinde “ Türkiye nereye?” sorusu sormaya başladı.
Zaten AKP’nin izlediği dış politikanın iki merkezli ya da çift odaklı olduğunu görmek, 2002 yılından bu yana hem içeride hem de dışarıda pek mümkün olmadı. Bir yandan AKP iktidara gelişinin ilk yıllarında
Avrupa Birliği ile müzakereler konusunda hırslı adımlar atarken, öbür yandan başta Filistin olmak üzere, bütün ortadoğu ile alışılmışın dışınnda bir ilişki kurdu. İslam Konferansı Örgütü içerisinde Türkiye’nin etkinliğini artırmaya; böylelikle müslüman Afrika ülkelerine de ulaşmaya gayret etti. Hatta bunun için uluslararası kamuoyunun “soykırım suçlusu” diye kabul ettiği Sudan lideri El Beşir ve kapşonlu yardımcısı bir kaç defa Türkiye’ye çağırıldı, Çankaya köşkünde ağırlandı.
Gayretin sebebi çok pragmatikti: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) geçici üyeliğine seçilebilmek için oy toplamak... Pratikte aslında hiçbir yaptırımı olmayan ve tümüyle ABD’nin güdümü altındaki BMGK geçici üyeliğinin ne anlamı vardı ki?
Bu üyelik AKP’li diplomasi kurmaylarının başarı kıstaslarından biriydi. Türkiye diplomasi tarihinde bu BMGK geçici üyeliği bir ilk olacak, bugünkü kadroların başarı hanesine yazılacaktı. Ve bu arada tabii BMGK Daimi üyesi ABD ile de ilişkilerin her zaman daha sıkı olmasına alabildiğine çaba gösterildiğini not düşmeye bile gerek yoktur sanırım.
“Mış gibi”
Hem doğuda hem de batıda olup bitenlere bir yerinden müdahil olmaya çabalayan AKP bunun için bazen her yerde ciddi tepkilere yol açan eylemlilikler de geliştiriyordu. İsrail ve bütün batı dünyasının sırtını döndüğü, hatta birçoklarının “Terör örgütü” etiketi yapıştırdığı, Filistin’in meşruluğunu seçim sonuçları ile onayladığı, Suriye dışında kimsenin “şimdilik” temas kurmadığı HAMAS’ın siyasi liderini Ankara’da ağırlamak gibi... Sanki sadece partinin bir etkinliğiymiş, hükümetin ve Dışişleri Bakanlığı’nın hiç haberi yokmuş gibi, “mış gibi” ...
4 yıl sonra AB yeniden! Peki neden?
2007’den seçimlerinden sonra ise geride kalan 5 yıllık agresif AB üyeliği çabasının da “mış gibi” yapmaktan öte bir anlamı olmadığı görüldü. AKP’nin Avrupa Birliği siyaseti aslında iç politikaya dönük bir yaklaşımdı; islamcı değil muhafazakar, tekçi değil demokrat bir yapıda olduğunu göstermenin yollarından birisiydi. Kendisi için tehlike yaratmayacak kadar bir demokrasi ile orduyu siyasetin dışında tutmak, bu esnada da ülkede sermayenin el değiştirmesini, Anadolu sermeyesinin İstanbul’daki büyük sermayeye galebe çalmasını kolaylaştıracak olanakları hazırlamak. Ancak yüzde 47 öyle sihirli bir rakamdı ki, iktidar işi AB hedefinden bir süreliğine ayrılmaya kadar vardırdı.
Mesela başbakan Erdoğan, Brüksel’e gidişinden önceki son Avrupa Parlamentosu ziyaretini 4 yıl önce yapmıştı. O günden sonra “Başmüzakereci” Dışişleri Bakanı oldu ama görevini sürdürdü. Bütün işi AB ile diplomasi masasında sürece kafa yormak olması gereken bir yüksek diplomat, son iki yıldır Türkiye’nin dış politikasını belirlemek yükümlülülğünün altına da girdi. Tabii Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu konudaki emeğini de es geçmemek gerek...
Arabuluculuk ve zorunlu tarafgirlik
Bu zaman aralığında bir önemli gelişme daha yaşandı. Türkiye, Suriye ve İsrail arasında yapılan dolaylı müzakerelerde arabuluculuk yapmaya başladı. Türkiye Dış Politikası, 2002’den bu yana Ortadoğu’da İsrail ile çok güçlü bir işbirliği anlayışı geliştirmiş, önemli yükümlülüklerin altına girmişti; silah alım ihaleleri, askeri ve stratejik işbirliği anlaşmaları çoktan imzalanmıştı. Önceden imzalanan anlaşmalar da devam ettirildi. Zaten Türkiye; hem ABD’ye, hem AB’ye, hem Filistin’e, hem İsrail’e, hatta İran’a yönelik “ılımlı” bir dış politika anlayışı izliyordu. Sahi, bu mümkün müydü? Dünya stratejiler haritasının tamamında, bir ülkenin hep benzer çıkarlara talip olması söz konusu olabilir miydi? Olmadı.
Gazze’ye yönelik katliam, düşen bombalar, gözyaşı ve duman arasında kendisini “Müslüman demokrat” olarak tanımlayan AKP’nin liderliği de bir karar vermek zorundaydı. Bizzat başbakanın ağzından İsrail sert bir dille eleştiriliyordu. Türkiye ortak çıkarlar kavşağında, Filistin’den yana olmayı seçmişti. Mübarek, Mısır’da Filistin’deki acının dinmesi için yapılacak tüm eylemleri yasaklarken, Türkiye’deki tüm kesimlerin dahil olduğu yoğun bir eylem trafiği başladı. Filistin’e atılan bombaların bir an önce durması, sivil kayıpların sonna ermesi gerekiyordu, tüm ülke de bunda hemfikirdi.
Tepkilerin fazlalığı içinde işi antisemitizme vardıranların, hatta bunun için aportta bekleyenlerin varlığını görmek ise ırkçı ve milliyetçi politikalardan uzak duran herkesi çok rahatsız etti. Resmi yetkililerin açıklamaları ise çoğulcu demokratik bir ülke talep edenlerin vicdanını tatmin etmekten uzaktı.
Davos yolculuğu başlıyor...
Erdoğan Davos’a işte bu ruh hali içerisinde gitti. Bunun üzerine Peres’in diplomatik üsluptan yoksun konuşması eklenince, olup bitenler karşısında zaten büyük ikilemler yaşayan Erdoğan; kendisini durdurmaya çalışan moderatör Ignatius’u kolundan tuttu, “one minute” dedi, “Daha ben Davos’a gelmem” dedi, Tevrat’tan “filanca maddenin falanca fıkrasının şu bendi” kıvamında alıntılar yaparak, İsrail hükümetinin kararlarında sanki dünya üzerindeki tüm Yahudilerin sorumluluğu olduğunu varsaydı, öfkenin bir hitabet sanatı olduğunu bütün dünyaya gösterdi, sonra da “kızgınlığım Peres’e değil moderatöreydi” dedi ama daha önce İsrail Çumhurbaşkanı’na “siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” de demişti. Hakikaten, kızgınlığın hedefinde kim vardı?
Sonradan ilişkiler bizzat İsrail tarafından yumuşatılmak istendi, Peres “madem kızgınlığınız moderatöreydi, ben de özür dilerim” dedi, İsrailli bakanlardan ortamı sakinleştirici açıklamalar geldi.
Bu da Türkiye’nin hali pürmelali
Bütün bu olan biten arasında Erdoğan’ın sözlerine İsrail’deki çeşitli kesimlerden, Amerika’daki Yahudi örgütlerinden de yanıtlar gecikmeden geldi. İsrail, -demokratik ve serbest seçimle Filistinlilerin iradesi ile işbaşına gelen- HAMAS’ı terörist kabul ettiğini ve her zaman olduğu gibi terörizmle savaş verdiğini iddia etti, Halid Meşal ile yapılan Ankara buluşmasını hatırlattı, Sudan Devlet Başkanı’nın ziyareti yeniden gündeme getirildi.
Davostan terk Erdoğan, Türkiye’de de “monşer diplomasisini” yerden yere vuran, malum panelde yaptığını sonuna kadar savunan konuşmalar yapmaya devam etti. Parti örgütü seferber edildi, küçük çaplı mitingler düzenlendi.
Günler geçti. Kızgınlık, öfke seli devam ediyor. Başbakan yaptığının arkasında sağlam ve İsrail ile yapılan bütün askeri, iktisadi ve statejik anlaşmalar da cari. İşte bu da Türkiye’nin hali pürmeali.
Tüm bu süreçte Ortadoğu’da neler oluyordu? Tartışmaya devam edeceğiz...(MU/EÜ)
* Yarın: Davos: Öncesi ve sonrası-II, Ortadoğu’da durum