Masal deyip geçmemek lazım. Düşüncenin gelişmesinde, bilincin oluşmasında, bilim ve tekniğin ilerlemesinde masalların önemli bir katkısı vardır. Çünkü ne kadar uçuk ve gerçeklikten uzak da olsalar, düşünce ve hayal ürünüdürler ve yaratıcılık ister masallar.
Hayal ürünü olmaları, onların gerçeklikten tümden kopuk oldukları anlamına gelmez. Zira her gerçekte bir parça masal, her masalda bir parça gerçeklik vardır.
Masal merdiveninden hakikat terasına çıkarız.
Bu bağlamda masalı olmayan bir sanatsal, bilimsel, sosyal ya da siyasal sistem yok gibidir.
Platon’un “Devlet”inden, Nizamülmülk’ün “Siyasetname”sinden ve Makyavel’in “Prens”inden önce Beydaba’nın “Kelile ve Dimne”si vardı.
Uygarlık öncesi masallar çok yaygın ve sade idiler. Şamanların ya da büyücülerin o dönemki algı gücü ve becerilerine göre değerlendirmek gerek.
Bir animistin, etini parçalayıp yediği hayvana saygı seremonisi yapmasının bir masalı olsa gerek. Yonttukları totemlerin ya da yaptıkları ritüellerin de birer masalı vardır mutlaka. Çünkü din, felsefe, bilim… her şey masaldı o zaman.
Uygarlıklarla birlikte düşüncede, bilim ve teknikte önemli sıçramalar yaşandı. Keşifler yapıldı, icatlar gelişti, ufuk genişledi. Ama yine de masalsız olmazdı. Zaten yapılan keşifler, gelişen icatlar ve genişleyen ufuk da kendi masallarının çocuklarıydılar. Her doğumdan sonra artarak çoğalan yeni masallar aynı zamanda, doğacak başka masalların da işaretlerini vermekteydi.
Tarım evcilleştirildikten sonra, nehirlerin taşması, yağmurun yağması gibi kimi doğasal hareketlere sebep olarak gösterilen gökyüzündeki yıldızlara ya da cisimlere ait masallar olmasa hesap bilgisi, gün-ay-yıl bilgisi, mevsim bilgisi gelişir miydi hiç.
Ya, ortaçağ masalları?
Farklı alaşımlardan altın elde edildiğine dair masallar olmasa, simyacılar bakırı çeşitli maddelerle karıştırma yoluyla altın elde edebilmek için gece gündüz demeden laboratuarlarında çalışırlar mıydı? Simyacılar belki altın bulamadılar ama maddeleri birbiriyle karıştırarak azot asidini, asit sülfüriği, madenleri eritme ve tuz ruhu elde etme yöntemleri buldular. Yani masalların etkisiyle kimya bilimi doğdu.
Kristof Kolomb'a Hindistan’a ulaşmak amacıyla Atlantik’te yelken açtıran önemli sebeplerden biri, Marco Polo’nun çok önceleri yaptığı Hindistan ve Çin gezilerinin masalsı anlatımıydı. Colomb Hindistan’a ulaşamadı ama yeni bir kıta buldu.
Amerikan yerlilerinin anlattıkları masallara inanan Avrupalılar taşı toprağı altın el Dorodo’yu ya da içine gireni gençleştiren Gençlik Irmağı’nı bulamamışlardı ama bunları ararken gerçek ülkeler ve nehirler bulmuşlardı.
Modern çağın da masallardan etkilenmediğini iddia edemeyiz. Gökyüzünde salınan balonlar, vızır vızır geçen uçak ve helikopterler, su altını mesken edinen denizaltılar, balık adamlar ”Bin Bir Gece Masalları’nda geçen uçan nesnelerden ya da deniz altındaki uygarlıklardan hiç etkilenmediler diyebilir miyiz?
Daha somut bir örnek olarak Jules Verne’in masalları çağın tekniğini hiç mi etkilemedi? İnsanlığın önemli oranda Ay’ı nurdan bir ışık biçiminde algıladığı bir dönemde o, Ay’a içinde üç insan olan bir kabin fırlatmıştı. Kabin, Ay’ın yörüngesine girip onun bir uydusu olmuş ve yüzeye inme başarısı göstermemişse de, insanoğlunun Ay macerasında ilham kaynağı olmuştur.
Son elli yıldır – belki de daha fazla – da UFO masalları anlatılmaktadır. İleri düzeydeki teknik araçlarıyla yeryüzüne mi inmediler, birilerini gemilerine alarak uzay boşluğunda mı dolaştırmadılar , transformasyona geçerek insanlar arasında mı dolaşmadılar ?...
Ya, başta l.Asimov olmak üzere bizleri uzayın derinliklerinde gezdiren masalcılara ne demeli? Asimov, hayal bile edemeyeceğimiz yüksek teknolojiye sahip uzay araçlarıyla bizleri evrende dolaştırmakta; farklı galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve gökcisimleriyle tanıştırmakta ve boyutları, biçimleri, renkleri, lisanları birbirlerinden farklı bin bir türlü uzay varlığıyla konuşturmaktadır.
Tüm bu masallar, insanlığın teknik araçlar geliştirerek uzaya açılmasını hiç mi kışkırtmadı ya kışkırtmıyor mu?
Masallar hep var olacaklardır. Çünkü onlar hayalin çocuklarıdırlar. Yani gerçeğin anası.
Gerçek sanılan masallar
Bir de, gerçek sandığımız ya da bize gerçekmiş gibi anlatılan masallar vardır.
Tarihe mal olmuş çoğu olayın gerçek hikâyesini bilemiyoruz. Dinliyoruz ya da okuyoruz ama kaçıncı ağızdan ya da kalemden olduğunu da bilemiyoruz. Hangi amaçla anlatıldığını ya da yazıldığını da. Ve, çoğu zaman inanıyoruz.
Biz o olaylara tanık olmadık ki; neye güvenerek inanıyoruz? Orijinal hali günümüze kadar kendini koruyarak ulaştığını nereden biliyoruz?
Oysa, tek bir kelimesi değiştirilmeye gelmeyen kutsal kitaplardan İncil’in bile dört ayrı kitabı var. Orijinal ya da orijinale yakın dört kitap. Dört ayrı yorumlanış.
Kutsal kitaplar bile farklı yorumlanabilmişken, tarihi olay ve efsanelerin orijinal biçimde günümüze ulaştığını ve herhangi bir tahrifata uğramadığını zannetmek pek gerçekçi olmayacaktır.
O olayların ya da efsanelerin kahramanları dirilip de anlatılanlara ve yazılıp çizilenlere tanıklık etselerdi muhtemelen şaşıracaklardı. Kısmen de olsa. Kimisi hüzünlenecek, kimisi yazıklanacak, kimisi öfkelenecek, kimisi sevinecek, kimisi onurlanacak, kimisi de eğlenecek ve kahkahayı basacaktı.
Tarihten süzülüp gelen her şey mutlaka tahrife uğramış ya da başka bir kimliğe bürünmüş demiyoruz elbet. Ama bu olasılığı da göz ardı etmemek gerekmektedir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok; yaşadığımız zaman diliminde bile yaşanan olaylar bir yıl, bir ay, hatta bir gün sonra bile orijinalinden uzaklaşmıyor ya da uzaklaştırılmıyor mu? Hem, kimi zaman orijinalin kendisi bile şüphelidir.
Tüm bu tahrifatlarda güç ve iktidar sahiplerinin rolleri belirgindir. Yanı sıra bire on katan gevezelerin, olayı kendinden yana yontan çevrelerin, bundan nasıl çıkarıma uygun bir masal yaratırım diyen siyasetçilerin, bunu nasıl ideolojik bir muhtevaya büründürürüm diyen inanç çevrelerinin katkısı büyüktür.
Bazen de her şey kendiliğinden gelişir ve niyetin çok ötesinde bir akıbet kısmet olur.
Adamın birinin çok sevdiği bir eşeği varmış. Gün gelmiş eşeği yaşlanmış ve ölmüş. Adam, eşeğinin ölümüne çok üzülmüş. Leşin açıkta kalmasına gönlü el vermemiş ve yol kenarında eşeğine bir mezar yapmış.
Yoldan geçen insanlar mezardakini insan sandıklarından, geliş-gidişlerinde Fatihalarını esirgememişler. Bu hal zamanla alışkanlığa dönüşmüş ve yaygınlaşmış.
Derken, yolun kenarındaki mezarda yatan kişinin sıradan bir insan olmayıp önemli bir zat, büyük bir evliya olduğu söylentileri yayılmış.
Zamanla, yoldan geçen yolcular fatihayla yetinmeyerek dileklerde bulunmaya, adaklar adamaya başlamışlar. Mezardaki sözde evliya hakkındaki efsaneler dilden dile dolaşmış.
Sonunda mezara bir türbe yapılmış, mezarın etrafı duvarla örülmüş ve mezar, ziyaretçileri eksilmeyen bir ziyaret olmuş. (AB/APK/KU)