Ama Pazartesi akşamı televizyonları izlediğimizde ya da Salı sabahı gazeteleri okuduğumuzda, Gül'ün medyaya yönelik uyarılarından çok, "off the record" olduğu söylenen bilgilerle karşılaştık. Medya yöneticileri, toplantının esas amacını göz ardı edip, yine kendi isteklerini, Gül'ün açıklamalarının kendilerince yorum ve izlenimlerini sundular kamuoyuna.
Oysa ki Erdoğan, medyadaki haberlerin ekonomiyi (Borsa'yı kastediyor) olumsuz etkilediğini belirtmiş, ardından da Gül, medyanın Türkiye sanki savaşa girmiş gibi davrandığını söylemişti. Böyle bir ortamda da, Erdoğan ve Gül'ün medyayı uyarması gerekiyordu. Uyardılar da...Medya acaba uyarıldığının farkında mı?
Önce iki küçük soru:
- Off the record bir brifing neden bu kadar ayrıntılı bir şekilde aktarıldı, yaygınlaştırıldı?
- Bu briefing'e tüm günlük gazetelerin yöneticileri neden çağrılmadı?
Bu ne telaş?
Türk medyası, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) nihai kararını açıklamadan, Birleşmiş Milletler (BM) konuyla ilgili kesin bilgileri incelemeden ve dahası Türk hükümeti resmi tutumunu belirlemeden önce savaş tamtamlarını çalmaya başlamıştı bile. Ve bu yayınlar da doğal olarak hükümeti sıkıntıya soktu. Hükümet, gerek ABD ile gerekse kamuoyu ile sürdürdüğü ilişkilerde, medyanın bu savaşçı tutumu nedeniyle, tereddüt eden hatta iki yüzlü bir konuma düşüyordu.
Apoletli Türk medyası, kendi yerli kaynaklarını, irdeleyip sorgulayacağına, Amerikan kaynaklarına itibar ederek, savaş mekanizmasının propagandasına hizmet etti uzun süre. Örneğin, "Savaşın kaçınılmazlığı" temasını işledi durdu. Amerikan askeri hazırlıklarını överek verdi. Musul-Kerkük senaryosunu geliştirmeye çalıştı.
Pazartesi akşamı CNN Türk'te Ferhat Boratav, Gül'ün brifingini aktarırken, "Türkiye'nin katılacağı bir savaş, katılmayacağı bir savaştan daha iyidir" tezini geliştirdi. İncirlik, Diyarbakır, Batman ve Erhaç üslerindeki genişletme ve ek yapı çalışmalarını aktardı.
"Olası operasyon", "yaklaşan savaş"
Sınır bölgesindeki yığınağı gösterdi. Tüm bunların haber değeri olmadığını iddia edecek değilim. Ancak Türk egemen medyası, kullandığı sözcük ve deyimleri seçerken, konuya ilişkin perspektifini sergilerken ve neyi yayınlayıp neyi yayınlamayacağına karar verirken sadece mesleki olarak değil siyasi olarak da dürüst davranmıyor:
- Dikkat ederseniz medyada en sık kullanılan deyimler "olası Irak operasyonu" ya da "yaklaşan savaş. Hali hazırda yaşadıklarımızın "operasyon" ya da 'savaş' olarak adlandırılamayacağını herhalde herkes çok iyi biliyor ve anlıyor. Hazırlanan ne operasyondur ne de savaş. ABD'nin tek başına hazırladığı bu eylemin adı açı seçik bir şekilde "saldırı"dır. "Operasyon" nispeten nötr bir sözcüktür. "Savaş" ise galibin ve mağlubun silahlı çatışmalar sonucunda belli olacağı ve birbirine nispeten yakın güçteki tarafların kapışmasıdır.
- Türk Apoletli medyasının , Pentagon'dan önce geleceği belirlemiş görünüyor: Ağırlık Musul-Kerkük'e verilirken, Türk ordusunun Kuzey Irak'a gireceği (ki ABD buna karşı!) ve olası Kürt devletinin kurulmayacağını şimdiden saptamış durumda Türk medyası. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ise Irak'ın üçe bölünebileceğini söyledi Pazartesi günü! Kahvede emekli astsubayların savaş muhabbetine kimse karışmaz da, buncasına hassas ve ölümcül bir konuda bu kadar sorumsuzluk hoş görülebilecek bir tutum değil...
- Türk medyası, yaklaşan Amerikan saldırısını, Türkiyeli, yani Türk ve Kürt gözlükleriyle değil, Amerikan bakış açısıyla izliyor ve aktarıyor. Brifingde de bunu itiraf ettiler zaten: "Efendim, sizden bir bilgi gelmeyince biz de Amerikalı ve Batılı kaynaklara dayanmak zorunda kalıyoruz".
ABD'den doğru Bağdat
Özrü kabahatinden büyük! Saldırı hazırlığını saldıranın tarafından izleyip aktaran Türk medyası, savaşı önlemeye yönelik girişimlere prim vermiyor. Barış yanlılarının eylemlerine burun kıvırıyor. Batı Avrupa ülkelerinin, daha da önemlisi bölge ülkelerinin yani Arap ve Müslüman devlet ve halklarının tutumlarına yer vermiyor. Çünkü bu son saydıklarım, medyanın teorilerini, öngörülerini, plan ve senaryolarını geçersiz hale getirebilir.
Türk medyası, Bağdat'ın tutumunu bile Amerikan kaynaklarına dayanarak aktarıyor: CNN'e bir açıklama yapan Tarık Aziz...
Türk medyasının yapması gerekip yapmadığı bir başka girişim de, hükümetin nispeten çelişkili tutumunu açığa çıkarmamak oldu. Madem savaş ve savaşa katılmama kararı henüz alınmadı, o zaman Adana havaalanı neden trafiğe kapandı, Mersin ve İskenderun limanlarındaki olağandışı faaliyet ve oradaki Amerikalılar ne oluyor, Güneydoğudaki üslerdeki inşaatlar neden yapılıyor, türünden sorular gündeme getirilmeliydi.
Sicil meselesi
Türk medyasının diğer önemli konularda olduğu gibi, tarih boyunca savaş, silahlı çatışma , ayaklanma gibi toplumsal-siyasal-askeri eylem ve konuları izleyip aktarma konusunda da sicili hiç de parlak değildir. Sadece bu sicili yüzeysel bir şekilde gözden geçirip, Türk medyasının ne kadar Apoletli, ne kadar şiddet yanlısı ve ne kadar milliyetçi olduğunu saptamak kolaydır:
Kore Savaşında, Türk medyası, Behice Boran'ların Barış Derneği'ni suçlarken, yüzlerce Türk gencinin binlerce kilometre uzakta ABD'ye niye hizmet ettiğini, niye kanını döktüğünü sorgulamadı, sadece o gençlerin kahramanlık öykülerini abartarak anlattı.
Keza Fransa, eski sömürgesi Cezayir'de halk bağımsızlık ve özgürlük için ayaklandığında, üstelik direnişçiler göğüslerinde Mustafa Kemal'in resmini taşıdığı halde, bu Müslüman halka karşı da Fransa'nın safında yer almıştı
Medyanın kimliği
Türk medyası. Dönemin hükümeti de BM oylamasında Fransa'dan yana oy kullanmıştı. Türk medyası, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bizzat katılmadığı diğer savaşlarda da, mesela Vietnam'da ya da Afrika'daki dekolonizasyon (sömürgelerden çekilme politikası) mücadelelerinde prensip olarak hep saldırgandan yana oldu, bağımsızlık ve özgürlük isteyen halklara sempati beslemedi. Daha yakın zamanda da, Kıbrıs, Kürt, Somali, Bosna, Kosova savaşlarında da Türk medyası, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi'nden farklı davranmadı.
Türk medyasının bu tutumunu açıklarken, öncelikle militarist-milliyetçi ideolojinin esas olarak bir resmi ideoloji olduğunu hatırlamakta yarar var. Türk medyasının, toplumun değil resmi siyasi-ideolojik-askeri ve iktisadi iktidarın sözcüsü olması da onun militarist ve milliyetçi kimliğini organik olarak açıklıyor.
Meseleye teknik ve mesleki olarak baktığımızda ise, Apoletli medyanın şiddet sevgisinde sansasyon ve reyting kavgasını görüyoruz: Şiddet ve savaş, insan açısından, haber açısından normal değil anormal bir olgudur. İlgi ve dikkat çeker. Mesela sokakta yürürken, kapı önlerinde oturmuş sakin sakin sohbet eden insanlar kimsenin dikkatini çekmez de, iki kişi bağıra çağıra kavga ediyorsa, bu durum herkesin ilgisini çeker. İnsanlar durur bakar, merak eder, insanlık ve yurttaşlık değerleri gelişmiş kişiler araya girip kavga edenleri ayırmaya çalışır.
Gerçekle kurgu birbirine karışıyor
70 milyonluk ülkede reklamla promosyonla ıkına sıkına toplam 3-3.5 milyondan fazla satış yapamayan günlük gazeteler, şiddetin bu çekiciliğinden yararlanmak istiyor. Türk egemen medyasının herhangi ahlaki, insani bir değerinin kaldığına dair kanıt bulmak çok zordur. Ama kar etmek için her türlü makyavelist tutum gönül rahatlığıyla bu medya tarafından benimsenip uygulanabilir.
Nitekim milliyetçilik gibi çok kolay bir çengelle de yoksul, lümpen ve bilgisiz, bilinçsiz kesimlere heyecan yüklenebilir: 1991 saldırısında "Irak'ın Kuzeyinden girer 6 saat sonra güneyinden çıkarız" mealinden başlıklar atılmıştı. Şimdilerde "Musul ve Kerkük'te tarihi haklarımız" safsatası güncelleştiriliyor. Osmanlının fetihçi ruhu canlandırılacak, Arap petrollerine konacağız ve sizin fakirliğiniz de sona erecek!
Televizyonlarda ise daha vahim bir durum söz konusu. İzlenmesi kolay, etki gücü yüksek ve yaygın olan televizyonda, çeşitli arşiv görüntüleri ya da temsili sahnelerle gerçekle kurgu iyice birbirine karıştırılıyor, ses ve müzik efektleriyle iş iyice dramatize ediliyor ve beyinlere değil yüreklere, dolayısıyla akla değil duygulara hitap eden bu medya, geniş kesimleri de savaş yanlısı ortama sokuyor.
Kırım savaşından bu yana
Gazetecilik dünyasında, savaşların izlenme ve aktarılmasının tarihi 1856 Kırım Savaşı ile başlar. Dolayısıyla gazeteciliğin bu alanda yaklaşık 130 yıllık bir deneyimi ve birikimi var. Mesleki ve akademik alanda bu birikim, bir dizi koşul ve kuralın da doğmasını sağladı.
Savaşların izlenip aktarılmasında (Coverage) birinci kural, barış yanlısı olmaktır. Yani gazeteci ilke ve kural olarak savaştan, şiddetten yana olamaz, savaşı, şiddeti cesaretlendirici, olumlayıcı, övücü yayın yapamaz, yapmamalıdır. Bu ilke, esas olarak siyasi ya da ideolojik bir ilke değildir, öncelikle mesleki bir ilkedir.
Çünkü gazetecilik bir söz ve yazı (ve artık görüntü) mesleği olduğu için, doğa olarak bir barış mesleğidir. En iyi gazetecilik, barış zamanında yapılır. Savaş ise, sözün bittiği yerdir. Savaş, söz ve yazı ile anlaşamayan tarafların son çare olarak başvurdukları şiddet ortamı, silahların kullanıldığı bir dünya olduğu için, sözün, yani insanların bu arada insanlara bilgi,belge, fikir, yorum ileten gazetecilerin, kalemlerinin, teyplerinin, mikrofonlarının, kameralarının değer ve etkisini yitirdiği bir dönemdir. Savaş başladığında, bombaların, tankların, uçakların, makineli tüfeklerin sesleri bizim sözlerimizin sesini bastırır, yazılarını siler, görüntülerini parazitlendirir.
Savaş ve gerçek
Savaş başladığında, muhabir, kendi istediği yerde ve zamanda bulanamaz. Askerlerin istediği ve yerde zamanda olmak ayrıca, daha da kötüsü, yine askerlerin istediği konuyu işleyip haber yapabilmektedir. Kısacası, savaş sadece insanları öldürmez, kentleri yıkmaz, gerçekleri de mahveder. İşte, gerçeği arama ve aktarma mesleği olan gazetecilik de, bu nedenle savaşa ilke olarak karşıdır.
Savaşın başlamaması için gazeteci son ana kadar barış imkanını güçlendirecek gelişmeleri aktarmalı, taraflar hakkında ayrıntılı bilgi vermeli. Savaş başladığında da benimsenmesi gereken genel tutum, saldırganla mağdur arasında açık seçik bir ayırım yapmaktır.
CNN Amerikan ordusunun sözcülüğünü yapıyor diye, bu söylediğimden, iyi gazetecinin Saddam propagandası yapması gerektiği anlamını herhalde kimse çıkartmıyordur. Savaş, tarafsız bir gözle izlenemez çünkü hem tarafsızlık ya da objektivite diye bir şey sadece Amerikan gazetecilik okullarında vardır hem de bu sözümona tarafsızlık, yani kasapla koyuna aynı şekilde yaklaşmak, sadece kasabın işini kolaylaştırır. Savaş başladığında, saldırganın haksızlığı, mağdurun uğradığı felaketler aktarılırsa savaşın, şiddetin mümkün olan en kısa sürede sona ermesine katkıda bulunabilir gazeteci.
Taraf olmamak
Önemli bir ilke de savaşan taraflardan herhangi birinin tarafında olmamaktır. Savaşan taraflardan biri sizin ülkeniz, ulusunuz, etnik grubunuz, kentliniz ya da ırkınız olsa da, savaşan taraflara karşı barışın safında yer almak gerekir. Belki de bu nedenle gelmiş geçmiş en iyi savaş röportajlarından biri sayılan"Dünyayı Sarsan On Gün", Bolşeviklerle Çarlık rejimi arasında meydana gelen iç savaşı, devrimi, ne Bolşevik ne de Çarlık yanlısı olan biri, hatta Rus bile olmayan Amerikalı John Reed tarafından yazılmıştır. Ama muhabir, "Önce gazeteci, sonra Türk" olabilmeyi becerirse, ki kaçınılmaz olarak zor bir konumdur, görevini layıkıyla yerine getirebilir.
BBC'nin "Producers Guidelines" (Programcılık ilkeleri) ya da John Wilson'un "Understanding Journalism" (Gazeteciliği Anlamak - Routledge) kitaplarındaki savaşa ilişkin koşul ve kuralları uygulamaya niyet etmek bile bugün Türk medyası için başlı başına önemli bir kazanım olacak.
Savaş-medya ilişkileri, aslında çok karmaşık, siyasi, ideolojik, kültürel, ekonomik, toplumsal, mesleki hatta psikolojik boyutları da olan çok boyutlu bir ilişki. Akademisyenlerin, meslek erbabın, askerlerin, yurttaşların bu konudaki bilgi ve düşüncelerini açıklamaları, olumlu bir bilgilenme - bilgilendirme ve tartışma ortamını yaratması açısından yararlı olacak. (RD/NM)