Kandıra Cezaevinden döndüğüm gece takvim 12 Eylül 2019 tarihini gösteriyordu.
Ne tuhaf bir tarih… Tuhaf sorular üşüşüyor aklıma! Soruyorum; neden?
Neden insanlar insanların hapsedilmesini ister, neden hapsedilmesi için uğraşır.
Cumhuriyet gazetesi mensup ve gazetecileri cezaevinden çıktığı bu gece onlara çektirilen acılara karşılığını bulmak istediğim “neden” sorusunun yanıtını arıyordum.
Niçin haksızlık; adaletsizliğin ilk adresidir? Suçlusunuz, ama yıllar sonra suçsuz bulundunuz…
Hangisi hangisinden daha kolay ve hangisine katlanmak daha zor? Cezaevi kapıları açıldığında havalara sıçrayarak sevinmenin dayanılmaz mutluluğuyla yaşanmış tüm acıları 12 Eylül 2019 gecesi silip; sonra derin derin düşündüren eziyetler neden?
Gözyaşı ile sevinci bir araya getiren “tahliye anları”; hangi iddianamenin, hangi davanın, hangi mahkumiyetin, hangi cezanın ve hangi salıverilmenin sonucudur? Sanki bütün bunları yaşamayı kendileri seçmişler gibi mi gözüküyorlar!
Cezaevleri kapıları önünde ve içinde geçen hayatlar…
Cumhuriyet gazetesi mensuplarının cezaevinde kalmasına karar vericiler, karar vericilere hak verenler, değirmenlerine su taşıyanlar, Cumhuriyetçilerin “suçsuzluklarına” inanmasalar bile; bir gün Cumhuriyet mensuplarının kendileri için bir şey istemek yerine herkesin basın özgürlüğünü ve Cumhuriyeti savunmak için hapis yattıklarını akıllarına getirirler mi acaba?
Cezaevlerine hapsedilenlere haksızlığınız karşısında en değer verdiğiniz şey nedir ki kendinizi haklı sanırsınız; sanki bütün haksızlıkları sizler yaratmamışsınız gibi…
Adaleti ve özgürlükleri perişan edenlere duyulan utançla…
Çocuklarımız bizlere hasret; cezaevi kapılarında, küçücük elleriyle boynumuza sarılarak özlem giderirken gözlerindeki bir damla yaş mıdır adaletsizliğinizin ve çektirdiğiniz acıların bedeli…Sevinç gözyaşlarına karışmış sarılmalardaki hasretin ne olduğunu, sevgiyi bilir misiniz? Yaptıklarınızdan utanmadınız da yapmadıklarınızdan utanç duyduğunuz oldu mu hiç! Yaşattığınız acıların hesabını kim verebilir? Hesap verebilecek yüreğiniz var mıdır mertçe ve alçaklık etmeden!
12 Eylül 2019 tarihine takıldım. 12 Eylül 1980 üzerinden otuz dokuz yıl geçmiş…
Kitapların önünden geçerken gözüme ilişti, durdum. Erbil Tuşalp’in “Eylül İmparatorluğu” kitabının sayfalarını karıştırmaya başladım. Neden bilmiyorum, öylesine işte.
“23 mayıs 2013 Karaburun” tarihli kitabının “Sunuş” başlığı “Otuz üç yıl sonra…”
Otuz dokuz yıl sonra Eylül İmparatorluğu kitabı Sunuş bölümünden birkaç satır okudum…
“Geriye dönüp 1980 Eylül'ü ile başlayan karanlık sürece bakınca otuzüç yıl sonra bugün yaşanan açmazların pek çoğunu açıklayan ipuçları tek tek ortaya çıkıyor.
Askeri darbenin, rejimin İslam devleti arayışına yönelmesine büyük katkısı oldu. Başka deyişle emperyalizm Türkiye Cumhuriyeti Devletinden, Türkiye İslam Cumhuriyeti Devleti’ne geçiş için 12 Eylül köprüsünü kullandı.
12 Eylül öncesinin kavgalı günleri bitti diyenler haklı görünse de bu satırların yazıldığı zaman diliminde kavga yeni başladı diyenler çok daha haklı.” (Yazılama Yayınları. Ağustos 2013)
Erbil Tuşalp otuz dokuz yıl sonra haklı! Sorusu şu: acaba değişen ne?
“Bugünkü gibi
Yıllar sonra yeniden Eylül İmparatorluğu’nun sunuşunu yazarken yakamı bırakmayan “değişen ne” sorusunu yanıtlamaktan kaçmanın benim için özrü yok.
Yok çünkü otuz üç yıl önce bağımsızlık adına bağımsızlığı yok edildi, özgürlük adına özgürlüğü boğuldu, eşitlik adına eşitlik katledildi. Otuz üç yıl sonra şimdi bağımsızlık, özgürlük ve eşitlikten söz edenler yeniden tarifsiz bedeller ödüyor.
Yok çünkü otuz üç yıl önce yok edilen demokratik rejime son darbe vuruldu. 1980’li yılların 2000’li yıllara taşındığı birçok kez belgelendi. Otuz üç yıl sonra şimdi sopalı, gazlı, cipli, coplu, kelepçeli, zincirli, işkenceli, sahte belgeli, dinlemeli, gizli tanıklı, haksız, hukuksuz, savunmasız yasaklı demokrasiye hayır diyenler yine azınlıkta.
Eylül İmparatorluğu’nu 1980’lerin ilk yıllarında doğan çocuklarımız, sevgili kızım ve onun sevgili arkadaşlarını imparatorluk yalanlarından korumak için yazdığımı söyleyerek bu günlere geldim. Türkiye pratiği teoriyi zorladı, evdeki hesap çarşıya uymadı.
Çocuklarımız da onların çocukları da askeri ve sivil diktaların yalanlarıyla büyüdü. Doğdukları yılların utançları onlardan gizlendi, acıların üstü örtüldü. Onlardan cuntanın generalleri, diktanın imamları gibi düşünmeleri istenecekti.
Kızımın kibrit çöpü gibi parmakları elime değdiğinde en büyük korkum buydu.
Korktuğum başıma geldi. Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik, barış, hak hukuk, adalet “isteyen” sosyalistlerin, devrimcilerin, demokratların; emperyalizmle, kapitalizmle, şovenizmle, gericilikle faşizmle “savaşan” işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin, gençlerin, kadınların acılarına ve sevinçlerine yalan katıldı.
Sizi seviyorduk, sizinle birlikte yeniden doğmayı umuyorduk. Size deneyim, bilgi ve görgümüzle güç katacak, sizi donatacaktık. Olmadı.
“Eylül İmparatorluğu”nu yürekleri sevgi dolu insanlar için yaşamın en acımasız olduğu günlerde aramıza katılan, bir savaşın ortasına doğan çocuklarımız için yazmıştım.
Bunca yaşanmışlıktan sonra ne savaşı, nasıl savaş diye soran olursa, bence, bugünkü gibi demek yeterli. Kendi çocuklarının geleceğini kendi elleriyle yok eden bir savaş.
Eylül İmparatorluğu’nu noktalarken küçük bir dileğim olmuştu:
“İmparatorluğun çöküşünün kutlanacağı günleri elbette yaşayacağız. O sevinci yaşarken, demokrasiyi canlarını hiçe sayarak savunan insanları ve onların inançları paylaşanları varlık nedenin say. Onların çocukları ile gurur duy, onlara sarıl.”
Eylül İmparatorluğu’nun çöküşünü kutlamadık ama 1980’lerden 2000’lere taşınan rejime karşı, tam bağımsız, gerçekten demokratik bir Türkiye için mücadelemiz sürüyor. Tek fark siz büyüdünüz, biz ihtiyarladık”
Kitabı kapattım, okumayı bıraktım. Ayakta durup okumaktan yorulmuşum, neden acaba?
Hiç kimse Cumhuriyet gazetesi davası üzerinden kendi kibirlerini beslemek için özgürlük, hukuk, mücadele, hak ve adalet adına ahkam kesmesin.
Çünkü…
Aklımın bir yanında basın özgürlüğü için bedel ödemiş insanların hapisliğinin bitmesine sevinmemizi bekleyenler, diğer yanında özgürlüklerinden yoksun ama hala adalet bekleyenlerin hapiste olmasının utancı…Sanki adalet yerini bulmuş gibi bir tuhaflık ve kötülerin ettikleri aklımda durup duruyor… Yüreğimin bir yanında acılara, haksızlıklara ve adaletsizliklere katlanmış olan ve hiç şikayet etmeden, kimseyi suçlamadan, kin duymadan yaşamlarına kaldığı yerden devam edenler… Onlar bu topraklarda büyüyen çocuklarımızın sorduğu sorulara yanıt bulanlardır…
Değişmeyen nedir? Yaşam yorgunluğunu, adaleti ve özgürlüğü akıl ve yüreklerinde damıtanların, düşündükleri gibi yaşamayı bilenlerin; yaşadıklarıdır değişmeyen.
Nerede kalmıştık?
12 Eylül’e dair aklımda tek soru kaldı…Değişen nedir? (Fİ/TP)