Biz iki arkadaştık. 10 Ekim katliamının birinci ayı dolmuştu. Henüz hiç taziyeye gitmemiş, gidememiş, büyük bir suçluluk ve eli kolu bağlılık hissini taşıyorduk. Bununla birlikte “Acaba çocuklara nasıl açıkladılar” diye düşünüyorduk.
Düşünsenize babanız anneniz giyiniyor süsleniyor dillerinde barış şarkıları, heyecanla çıkıyorlar evden ve bir gün geçmeden aynı eve ölüm haberleri geliyor.
Bir çocuk intihar bombacısını tahayyül edebilir mi? Bir çocuk bir bombanın “canlı” olmasını anlayabilir mi? Bunları düşünüyor, hiç görmediğimiz o çocukların zihinlerinde ve kalplerinde düşmüş oldukları karmaşa ve yalnızlıklarını tahayyül edince içimiz acıyordu. Bir şeyler yapmak, dokunmak istedik. Kendi başımıza bir iki girişimde bulunduk, olmadı. Haklıydılar. Başkentin göbeğinde oğlunu kaybetmiş bir amcaya çat kapı gidip bize güvenmelerini bekleyemezdik. Üniversitede insanların acılarına karşı duyarlı, taziyelere giden bir hocam geldi aklıma. Ona danıştım, “Çocuklarla oyun oynamak istiyoruz” dedim. Bir arkadaşına yönlendirdi bizi. Ve bir anda kendimizi “On Ekim Dayanışması”nda bulduk.
"Tüh" demekle yetinmeyenler
Bu bir avuç insanın da televizyondan bakıp “Tüh!” demekle yetinmeyip, dayanışmak için bir araya geldiği gördük. Dayanışma ile birlikte ziyaretlere başlamamız kolaylaştı. Ve gidebildiğimiz kadar aileye ev ziyareti yaptık. Ziyaret ettiğimiz ailelerle fırsat buldukça tekrar bir araya geldik. Hayal ettiğimiz, bütün aileleri ziyaret edip çocuklarla düzenli olarak bir araya gelmekti. Ama bunun zaman açısından da mümkün olmadığı belliydi, ümit ediyoruz On Ekim Dayanışma adına bir yer olur, bir köşesi çocuk atölyeleri çocuk kütüphanesi gibi olur ve o zaman düzenli bir arada çalışmalar yapabiliriz.
İlk ziyaretimizde çok toyduk, iyi kötü hiçbir beklentimiz yoktu. Çıktığımızda gözlerimiz yanıyordu, birkaç gün kendimize gelemiyorduk.
Katliamda hayatını kaybeden S.Ö’nün babası ve annesi ile konuştuk örneğin. Konuşmaya başlamadan “Kürtçe biliyorsunuz değil mi” dediler, “Yok” dedik, “Sizinkilerde mi konuşmuyor” deyince, “Biz Kürt değiliz.” dedik. Peki “Siz nesiniz” sorusuna, “Dayanışma ağındayız” diyerek cevap verdik.
Şaşkınlığını atıp bize alışan amca şöyle dedi: “Sordum, herkese kimseye devletli biri ziyarete gelmemiş, biz bekliyoruz biliyor musun… Hâlâ bekliyoruz ki devlet bize sahip çıksın. Ankara’da ölmüşüz ciğerimiz yanmış. Gelsinler, yalandan bile olsa başın sağ olsun desinler. Yemin ediyorum devlet bana bunu dese benim içime su serpilir.”
Şerh etmeye gerek yok sanırım, bizde kalan sözleri aktarmaya devam edelim.
“Ben sandım ki ilk gün, ikinci gün bu böyle böyle acımız azalacak. Ama her gün artıyor. Çünkü unutuluyor, soranlar azalıyor, suçlular yakalanmıyor, ama benim oğlum o mezardan kalkmıyor. Biz 100 yıldır vuruluyoruz kızım, bize devlet sahip çıkmıyor, biz nere gidelim?” Sahipsiz kalmış bir çocuğun yakarışı gibiydi amcadaki… “Allah büyük amca” dedim. “Allah hep büyük kızım” dedi. Cümleyi ne kadar gelişine söylediğimi fark ettim.
İkinci ev ziyaretine giderken “Bu insanlar yaralılar, acıları var bize de kızgın olabilirler başkalarına da” bunu baştan kabullenerek gittik. Evin babasıydı ölen, çocuklar ve kadınların olduğu bir sofraya oturduk, sohbet ettik. Sofra toplanıp çocuklarla bir şeyler yapmaya başlayınca yükseldi neşeli sesler. Aldık elimize kare kâğıtları ve kâğıttan farklı farklı şeyler çıkarmaya başladık. Çocuklar mutlu olunca anneleri de mutlu oldu, bizde yüzümüzde tebessüm ve heyecanla ayrıldık.
İki hafta sonra tekrar “Buradayız” dedik ve tekrar gittik. Biz o ailenin şimdi dost sofrasındayız, kayıp edilen babadan bahsederken “V. Abi” diyorum, sanki tanırmışçasına, evin çocuklarını özlüyorum, eve bir ateş daha düşecek diye korkuyorum, biz bu aileyle dokunduk birbirimize. Onlarda bizi Bursalı, Konyalı, Kastamonulu olmamıza rağmen kabul ettiler.
Bir başka ziyaretimizi oturduğu mahallede yalnız kalmış bir aileye giderek gerçekleştirdik. Kadın ortaokula giden bir kızı ile hayat sürüyor... “Komşular gelmiyor mu hiç” sorusuna “Cenaze günü kapıdan başın sağ olsun deyip kaçtılar, bir daha da gelmediler” cevabını verdi.
Adları Devrim, Çayan, Dersim olan çocuklar
Ankara’nın göbeğinde sevdiğiniz birinin bombayla öldürülmesini insanlar anlasınlar, empati kursunlar diye hep şöyle dile getiriyorduk. “Düşünsene sekiz yaşındasın baban, annen bir gün gidiyor ve bir daha gelmiyor.” Hani onların da başına gelebileceğini anlatmaya çalışıyorduk. Ama olayın bu kadar sıradan olmadığını gittikçe anlıyoruz. Çünkü ziyaretlerde karşılaştığımız çocukların adları, Çayan, Devrim, Dersim, Naze. Bu isimlerle büyüyen çocuklar zaten alışılmış çocuk gibi büyümüyorlar. Sekiz yaşındaki çocuk ödevindeki “En sevdiğim bayram hangisi?” sorusuna “Nevruz” diye yanıt vermek istiyor ama yazmaması gerektiğini düşünüyor. “Neden?” yazmıyorsun diye sorduğumuzda “Çünkü öğretmenim Atatürklü.” diyor. Bizim alıştığımız çocuklar sadece Atatürk ile Muhammed peygamber arasındaki ayrımı anlayamayıp kafa karışıklığı yaşarlar. Yanımızda götürdüğümüz çift dilli kitaplarla ilgili çalışmalarımız da gösteriyor bu çocukların başka çocuklar olduğunu. Sekiz yaşındaki çocuk benim Kürtçe okumaya çalışmamdan haz alıyor, mest oluyor. Sanki anadili hor görülmüş 70 yaşında bir amca gibi. Muhtemelen bu evin bir çocuğu olmasından kaynaklanıyor yaşından büyük olan bu duygusu.
Ev hiç siyah olur mu?
Bir başka ziyarette arkadaş olduğumuz bir çocuk sandığımızdan daha çok bir şeylerin farkında olduğunu gösterdi bize. Kağıt katlama çalışması sırasında origamiden ev yapmıştık. Herkes istediği renge evini boyarken beş yaşındaki arkadaşımız evini siyaha boyayınca arkadaşım Bahar, “Ben hiç siyah ev görmedim” dedi çocuğa. Annesini Ankara’da kaybetmiş beş yaşındaki Güney “Ben gördüm Ankara’da” cevabını verdi.
18 Nisan 2016’da 10 Ekim Dayanışmasının yakınlarını kaybeden aileler için düzenlediği kahvaltıda hiç görmediğimiz yüzler vardı, yani hiç gidemediklerimiz. İster istemez mahcup olduk. Ama elimizden gelen bu kadardı. Ama bir araya gelmek bize de onlara da, hepimize de çok iyi geliyor. Bizim buna ihtiyacımız var sadece çocukların değil, yarası olan herkesin. Biz yine hayal edip daha çok bir araya gelmek için uğraşalım. Ama gittiğimiz evlerde bize bir gazeteden başka gelen olmadı ki diyen insanların da çok olduğunu, bunun ağırlığını paylaşalım en azından bir sokak ötedekine, alt mahalledekine bir çay içmeye inebilelim. (EEA/HK)