23 Mayıs 2016’da Bianet’te “On Ekim Dayanışması: Geride Kalanlara Dokunmak” başlıklı bir yazım yayımlanmıştı. O yazıda, 10 Ekim aileleriyle o ilk yıl nasıl, hangi koşullarda birbirimize dokunabildiğimizi anlatmıştım. Genç bir kalemle, genç bir ruhla yazmıştım o metni. Bugünse, aradan geçen on yılın ardından, artık dokunamadığımızı, birbirimizden koptuğumuzu kayıt altına almak için yazıyorum.
Dokunamamak; hem süreçlerin hem de bugünkü barış çalışmalarının sade yurttaşlara ne kadar ulaşabildiğini, o zaman fark etmediğim yapısal güç ve şiddet biçimlerini yeniden sorgulamak anlamına geliyor.10 Ekim 2015’teki patlama haberini aldığım an hâlâ aklımda. Bir kuzen buluşmasındaydık, gün epey ilerlemişti. Haberi geç öğrenmiştim; meğer sofradakilerin bir kısmı sabah görmüş, sessizce geçirmiş günü.
O an hissettiğim yabancılaşma ağırdı. “Bu kadar mı uzaklaştık birbirimizin acısından?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Şimdi otuzlarımdayım; o zaman hissettiğim duyguları hâlâ tam çözebilmiş değilim. Belki ben de artık haberleri duyduğunda gündelik akışından hiç taviz vermeyenlerdenim. Bunu itiraf etmekte zorlanıyorum. O gün, kimden ya da hangi görüşten olduğuna bakmadan acıda buluşabilmenin mümkün olduğuna inanıyordum. Aklımda bir pankart görüntüsü vardı: Üzerinde “Ölen kimden diye sormadan...” yazıyordu. Şimdi o pankartı da bulamıyorum. Ama o zaman o duyguya, o inanca sahiptim. “Yası tutulabilirlik” diye bir kavramdan habersizdim; insanların Ankara’nın göbeğinde, barış için halay çekerken bomba ile öldürülmesinin herkesi birleştirecek, herkese ağır gelecek bir şey olduğunu sanıyordum. Bu yüzden sonraki günlerde yapabildiğim tek şey, aynı ağırlığı taşıyan arkadaşlarımla birlikte ailelere ulaşmaya çalışmaktı. Hiçbir şeyin zorluğunu idrak edecek kadar bir farkındalığım yoktu.

10 Ekim'in çocukları: Veysel Atılgan ve Dicle Deli'yi hatırlıyoruz
Sadece “barış” demek için yola çıkan insanların parçalanmış bedenlerinin ardında kalan evlere gidip başsağlığı dilemek, bizim de üzgün olduğumuzu göstermek, çocuklarla oyun oynayıp onlara biraz nefes alanı açmak istiyordum. Hiçbir partiye, gruba ya da ideolojiye bağlı olmadan, sadece “acıda buluşmak” amacıyla — farkında olmadan — bir hareket başlatmıştık. Bu topraklarda acıyı bölüşmek bile zordu. Kapılar her zaman kolay açılmıyordu; açılanlar da tedirgindi. O zaman bunu anlamıyordum, ama şimdi yapısal gücün ve korkunun ne kadar belirleyici olduğunu biliyorum. İnsanlar ya “devletten” ya da “partiden” biri olmamızı bekliyordu. Oysa biz sadece sade yurttaşlardık; yas tutan başka bir yurttaşın yanında durmaya çalışan gençler. O zaman bununla övünürdüm: hiçbir yere ait olmadan acıda buluşmak bana ahlaki bir güç gibi gelirdi. Şimdi hafızamda canlanınca, o acının içinde biz de “bilinmezler” olarak tedirginlik yaratmışız diye mahcubiyet duyuyorum. Keşke partiden ya da devletten olsaydık da, insanların o yapısal güven ihtiyacını karşılayabilseydik, diye düşünüyorum bazen.
Sadece 10 Ekim ailelerine ulaşmaya çalışmıyorduk. “Ölen kimden diye sormadan acıda buluşmak” ilkesini benimsemiştik. Artık her toplumsal olaya aynı duyarlılıkla yaklaşıyorduk. Hem patlamaların ardı arkası kesilmiyor, olay üzerine olay ekleniyordu; hem de geçmişe dönük farkındalığımız giderek artıyordu. Sade bir yurttaşın, gençlerin tek başına fark edip baş edemeyeceği bir gerçekliğin altında ezildikçe eziliyorduk. Ama gençliğin dirayetiyle yine de uğraşmaya devam ettik. Bir patlamadan sonra Facebook’tan ailelere ulaşmaya çalışıyor, kabul edenlerin evine taziyeye gidiyorduk. Her defasında yeni yas evleri, yeni hikâyelerle karşılaşıyorduk. Yaptığımız bu çalışmaya “taziye oyunları” diyorduk. Çocuklarla oyun oynuyor, kadınlarla çay içiyor, dinliyorduk. Kimi aileler bizim taziyelerimizi istemedi; haklıydılar da. Belki o temas, onlar için bir tür taciz gibi geliyordu. Yine de on kişiden ancak birine ulaşabiliyorduk. Bir noktadan sonra düzenli gittiğimiz birkaç ev kalmıştı. Onlardan biriyle bağımız uzun sürdü, ama sonunda o da koptu. Belki çok gençtik, belki yük ve hayret fazlaydı.
Sonra 15 Temmuz geldi; önümüze aşılması en güç duvar olarak çıktı. Öfke, kin, düşmanlık, nefret söylemleri her yere hızla yayıldı. Bizim söylemimiz ise belliydi: “Ölen kimden diye sormadan her cenazeye gitmek.” Gerçeklikle yüzleşmeyi reddettiğim çok mu belliydi, bilmiyorum. Arkadaşlarım beni uyarıyordu: “Esra, böyle şeyler yazıp durma. Her ölen için aynı şeyi hissettiğini belli etme.” Ama nasıl saklayabilirdim ki? Ankara’da canlı bomba patlarken, “barış” diye uğurladığımız insanların evlerine parçalanmış bedenlerinin dönmesini idrak etmek zordu. Köprüde birbirini öldüren aynı halk, anlayabileceğimden çok daha karmaşık bir toplum yaratmıştı. “Taziye oyunları”nı sürdürmek artık mümkün değildi. Yeni çağrılara çıkarak, kim olduğunu çok da bilmediğimiz insanlarla gönüllü temaslar kurup tanımadığımız evlere gitmeyi bir süreliğine durdurduk. Çünkü artık kabul etmemiz gereken bir gerçek vardı: Herkesin yası tutulamazdı. Bazı yaslar suç sayılabilirdi. Kim olduğunu bilmesek bile, bazılarının yasını tutmak, bazıları için baş sağlığı dilemek mümkün değildi. 15 Temmuz bu sınırı kesinleştirdi; ama eşit yas tutulabilirliği zaten o tarihten önce de eksikti — eksikmiş.
Yine de dayanabildiğimiz yere kadar dayandık. Elimizde kalan birkaç aileyle bağ kurmaya çalıştık. Ama zamanla o bağlar da inceldi, koptu. Biri, “ötekinin” de yanında olacağımı anladığında artık bizi görmek istemedi. Kimsenin şahsi yasını sorgulayamazdım; yalnız kalan ve yıpratılan insanların bir de başkalarına şefkat göstermesini bekleyemezdim. Benim durduğum yer farklıydı: şahsi bir yasım yoktu; örselenmemiş ve belki de henüz sınanmamış umudumu paylaşmak istiyordum. Diğeriyle yollarımız, hayat mücadelesi ve şehir değişiklikleri arasında kayboldu. O kopuş, içimde bir virüs gibi yayıldı; gençliğimin birçok yerinde sessiz bir suçluluk ve mahcubiyet bıraktı. Oysa gündelik insanın hayat mücadelesi, kendimi aklayabileceğim türdendi. Aklayamadım. Bir şeyleri denkleştirip gidemedikçe içimdeki taş büyüdü.
Buna rağmen toplumsal iyi oluşa katılmaktan ve farklı sahalarda gönüllü çalışmalar yürütmekten hiç kopmadık. 11 Ekim 2015’te başlayan birlikteliğimiz, OÇA – Oyun Çalışmaları adında bir dayanışma ağına evrildi. Bu yapı, İstanbul’un birçok arka mahallesinde çocuklara masal anlatan, oyun çemberleri kuran bir oluşum haline geldi. Sahada kalmayı, ilişkileri canlı tutmayı gözeten bir örgütlenmeye dönüştük. O mahalleyi yıllar sonra geçenlerde yeniden ziyaret ettim. Elimde telefon numarası da adres de yoktu, hatta ailenin adını da hatırlamıyordum, çocukların adları aklımdaydı ama.

10 Ekim Anıtı: “Zamansız Kabuk/Bitmemiş Hikâyeler”
İstanbul’da her şey hızla değişiyordu: metro hatları, kentsel dönüşüm…
Bir yerden sonra sokaklar birbirine benzemeye başladı. Kimse de yoktu etrafta. Ne ben kimseyi bulabildim, ne de kimse beni. Gerçekten bu kadar zor olmak zorunda mıydı?
On yıl önceki yazımın girişinde, “Üniversitede insanların acılarına karşı duyarlı bir hocama danıştım” demiştim. Keşke o hocamla birlikte yolu yürümeye devam edebilseydik; belki geçtiğimiz on yıl bize farklı dokunurdu. Ama olmadı. Barış için Akademisyenler cezalandırıldı, kampüslerden uzaklaştırıldılar, ülkeden göç etmek zorunda kaldılar. Biz de bu yolda, gencecik hâlimizle, çok yalnız kaldık. Bugün dönüp baktığımda, o genç hâlimizi — cesaretimizi, inancımızı — kutluyorum.
Ama aynı zamanda o yükün altında ezilen yanımıza, birbirimize dokunamayan hâlimize üzülüyorum. Çünkü hâlâ eşit değiliz. Yaşamın değeri de, yasın tutulabilirliği de herkes için aynı değil. Üstelik baş etme kaynaklarımız da eşit dağılmamış; çoğu, yapının kendisi tarafından gasp edilmiş durumda. Ama bari onlar gitseler taziyelere. Geçtiğimiz yıl, belki de sindirilip arka mahalleye saklanan tüm gençlik kırgınlıklarımı silkeleyip yeniden görünür bir şekilde barış sahasına döndüm. Bir podcast programına başladım: Barış Çemberi.
Barış hakkında konuşmayı artırmaya, barış alanına teorik ve pratik emek vermeye çalışıyorum. Bir yıl boyunca hem podcastten ses verdim hem de diyar diyar gezip Barış Çemberi atölyeleri yaptım. Belki böylece yıllar sonra mahalleye gitme yüzü buldum. Ama ben, altında ezilirken, beni, barış isteyen sade yurttaşları yalnız bırakan yapı neden hiç mahcup değil?
Mecliste “barış” diyorlar; ama hâlâ birbirimizin cenazelerine gitmek zor, belki ihtimal dahilinde bile değil. Acıda buluşacak anlaşmaya gelemiyorsak, barış bunun neresinde? Öncelik yeni acıların eklenmemesi olabilir; ama hâlihazırda her taraftan süren yaralar, sızlayan, görülmemiş, yok sayılmış acılar var. Bazı acılar fotoğraflanıp sonra yalnızlığa terk ediliyor; bazıları ise fotoğraflanmıyor bile.
Barışı devletlere bırakmayıp halklar kendileri yapmalı amenna, ama yapının gücünü, şiddetini ve alan kaplamasını da inkar edemeyiz. Sade yurttaşların tek başlarına baş edemeyecekleri bir çukur var ortada, yapı da bizden yana olmalı, yani tüm partilerden, devlet mekanizmalarına, sivil toplum birliklerine bu tarz bir yapı inşa etmeliyiz. Bizi birbirimize kavuşturan, kolektif iyiyi oluşturan bir örgütlenme kuramayacaksak, -sadece “aynı ülkenin çocukları” olduğumuz için cenazelerimizde buluşamayacaksak, geride kalanlar birbirimize dokunamayacaksak barış sözü kimin için samimi olabilir ki?
(EEA/NÖ)



