Akın Çokuğurluel’in üçüncü romanı “Çobanaldatan” Notabene yayınlarından çıktı. Roman, yazarın diğer romanlarında olduğu gibi kendine has ölüm fikrinden besleniyor. Bu kez okur; etrafındaki düzenden memnuniyetsiz anti-kapitalist genç bir anti-kahramanın hayatına davet ediliyor. Ölümle değişen bir kurmaca sunuluyor, Çokuğurluel’in anlatısı; ölümün bir yara gibi sadece tek bir bölgeye değil, kangren gibi zamanla tamama yayılması düşüncesi etrafında şekilleniyor.
Bu kez karakterimizin ismi Kahraman, sanki kendi hayatına yabancı bir şekilde doğmuş, aitlik duygusundan yoksun bir yersiz yurtsuz.
“İnsana en yakın şey kendi ismidir. Özellikle fazla seçeneği yoksa.”
Kahraman, Çokuğurluel’in diğer romanlarında da üzerinde durduğu, anomik yapıya ve sıkıntılı bir geçmişe sahip bir karakter olarak göze çarpıyor. Yabancılaşma süreci daha küçük bir çocukken ailesindeki çatlaklardan doluyor içeri ve zaman içinde karakterini şekillendiriyor. Aile kurumunun işleyişinin alt metinlerde yüzeysel olarak verilmesi de gözden kaçmıyor. Çünkü Kahraman’ın kafasında bir aile kavramı yok. Bu kavram onun için şekillenememiş, aile yalnızca sabahları odasına giren ve kahvaltısını hazırlayan anneannesi.
“Modernitenin ana temalarının başında, kuşkusuz ki, yabancılaşma, anomi, yalnızlık, toplumsal parçalanmışlık ve yalıtılmışlık gelir.”[1]
Yabancılaşma, kurgu boyunca devam ediyor ve bir süre sonra okurun da kendi hayatını sorgulamasına neden oluyor. Kendi evinde bile rahat edemeyen, bazen birlikte yaşadığı anneannesini, bazense kapitalistleri suçlayan kafası karışık bir genç, resmi çizilen.
“Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır”[2]
Kahraman’ın hikâyesi, hayatında domino etkisi yapacak bir yalan söylemesiyle başlıyor. Bunun öncesinde ise, geceleri yaşadığı mahallenin duvarlarına anti-kapitalist sloganlar yazan, sürekli kapitalizmle çevrelenmiş hayatı düşünen bir genç. Onu kendi sıradanlığından kurtaran ise bir kadın ve aynı kadın onun düşüşünü hazırlayacak. Karakterin anne ve babası bir iş seyahati sonucu tren kazasında ölünce yarım yamalak çocukluk anıları etrafında düşünceleri şekillenmeye başlıyor. Önce ailesini iş seyahatine gönderen patronu düşman belliyor. Sonra büyüdükçe daha çok şey öğrenip kapitalizmi keşfediyor. Bu noktaya gelene kadar karakter baba figürü, rol model ve otorite eksiklikleri nedeniyle anomik bir hal alıyor. İçinde yaşadığı toplumla bütünleşemiyor. Bir türlü kendini ait hissedemiyor.
“…benim derdim kişi, grup ya da kurumlarla değil. Kavgacı bir üsluba sahip olduğumu kimse iddia edemez. Belki evrenseldi benim davam, belki de kişisel ve hatta çocukçaydı. Giyimim, kuşamım, yandan ayırdığım saçlarım bile bu eylemlere oldukça tersti. Hatta kafasına vur, ekmeğini al dedikleri insan tiplerinden olduğum söylenir.”
İçselleştirilememiş hiçbir dava evrensel olamaz. Kahraman bunun farkında çünkü onun davası bir öç alma girişimi, bu girişim belki şiddetli bir şekilde vücut bulamıyor, yalnızca duvarlara yazılan silik yazılardan öteye gidemiyor ama anne ve babasının öcünü almak ve hayatını geri kazanmak için kirletiyor duvarları, ellerini, hayatını. Toplumla ters düşmeyi hiç umursamıyor.
“Marx için, kapitalizm sadece adaletsiz ve yetersiz bir ekonomik üretim sistemi olmayıp, aynı zamanda ahlâk dışı ve sömürücü, insanın gerçek doğasını yadsıyan, onu kendi emeğinin ürünlerinden koparan ve ekonomik ‘vahşi bir ormanda’ diğer insanlarla karşı karşıya getiren bir sistemdir.”[3]
Bu çırpınmanın içinde tesadüfen, -henüz- tanımadığı birinin bıraktığı gazetede bir ilanı okuyor. Adamın hangi yöne gittiğini görmek için önce cami avlusuna, sonra parka gidiyor. Bu arada imam ile olan diyalogunda adamı tanıdığı yalanını söylüyor ve tüm hayatını değiştirecek ilk taşı deviriyor. Sonra ise, yalnızca “kışı sevdiği” için işe alınıyor. İlk başta şaşırsa da dikkatini ve kendini bir anda Nesrin’e kaptırıyor. Kadın figürü burada oldukça önemli bir kavram anlatı için, çünkü Kahraman’ın hayatına düşünebileceği yeni bir olgu giriyor.
“O gelecek, hiçbir zaman gelmeyecekti. Gelmeyecekti. O halde; kahrolsun kapitalizm.”
Geleceğinin kapitalizm yüzünden elinden alındığı düşüncesi zihninin tam ortasında Kahraman’ın, ta ki zihnindeki duvarları başka bir yazıyla meşgul edene kadar. Bir kadınla.
“İlk Neslihan’da hissetmiştim bu duyguyu. Beni yanağımda öptüğünde altıma kaçırmıştım. Altı yaşımdaydım o zaman. ‘Ay ne değişik bi çocuk!’ demişti. Yeterince değişiktim çünkü o an itibari ile.”
Bu pasaj sonrasında Neslihan ile Nesrin’i birbirine benzetiyor. Ve Neslihan’ın yanında altına kaçıran Kahraman bu kez Nesrin’in yanında kusuyor. Sevgi onda alerji yapıyor, bu duyguyu tam olarak adlandıramıyor. Sevilmeyi, çocuk yaşta kaybettiği anne ve babasıyla trene bindirip yolladı çünkü uzaklara.
… yalnızlık bir matematik problemi olsaydı da çözümünü bulmak konusunda işim oldukça zor olurdu çünkü matematikle aram hiçbir zaman olmamıştır. Belki çözümün tanımsız olması benim sorunun aslını kavrayamamış olmamla ilgili de olabilir; bir balıktan suyun ne olduğunu tarif etmesini istemek gibi. İçimi, dışımı, tüm hayatımı kapsayan koskoca bir şeydi yalnızlık ve bunun bir sorun olup olmadığını bile bilmiyordum.”
Yalnızlıkla ilgili hissettiği şeyleri somutlaştırmayı ve o hislere alışmayı başarabilmiş bir karakter var karşımızda. Fakat aynı şeyi yalnızlıktan kurtulmak için söylemek mümkün değil. Çünkü ortada bir sorun göremiyordu Kahraman. O, kapitalizmle kendince savaşırken desteği kendinden almıştı. Şimdiyse başka bir dayanak noktası onun mutlak dengesini kaosa çevirebilirdi –ki çevirecekti. Baraj kapakları açılacak, Kahraman sular altındaki antik bir kent olarak eski yalnızlığını cilalayacaktı. Biraz zaman ve domino taşlarının sırasıyla devrilmesi yeterli olacaktı.
“İnsanların bir başka insanı böylesine yabancı hissettirmesi kadar gaddarca bir durum yoktur.”
Bireyin toplumuna yabancılaşması, birey olarak doğan karakterin toplumun içinden yeniden birey olarak çıkamaması –toplumla eklemlenme ya da toplumun emmesi- toplumsal normlara ihanetin sıkıntılı gücü – Meursault-varilik- iyi işlenmiş romanda.
“İnsanlar toplumsal dünyayı kendi etkinlikleriyle yaratsalar bile, kapitalist dünya insanların yabancılaşma ve ezilmişliği yaşadıkları bir dünya, ilişkilerin kişisel olarak değil şeyler olarak yaşandığı bir dünyadır.”[4]
Kahraman toplumun içinde yer almaya kararsız baksa da toplumu değiştirmeye kararlı. Patolojik bir profili de var Kahraman’ın. Adının ağırlığı her adımında eziyor onu. Romanın birçok yerinde aktarılıyor bu durumlar:
“Sabahları konuşmayı sevmem zaten, sesim tanımayacağım kadar tuhaf çıkıyor. Yabancılık sevimsiz.”
“Sloganlarım olmasa hayatıma katlanmak daha zor olurdu.”
“Mahallemiz dik bir yokuştur. Her seferinde çıkarken feleğim şaşıyor, ismimin aksine, zorluklarla kolaylıkla başa çıkan güçlü kahramanlardan değilim ben.”
Kahraman birçok iş denemesinin ardından bir işte dikiş tutturabiliyor ve anneannesinin bundan memnun olunuşunu anlatırken aslında nefret ettiği sistem içindeki emilimi de başlıyor. Bir zaman sonra artık işlevini kaybedecek ve sistem tarafından çürüğe çıkarılacak. Üstelik yalnızca sistem değil, içinde yaşadığı toplum da bunu yapacak. Toplumun bireye ihaneti içine işleyip varlığını iyice soyutlayacak.
“Düzenli bir işim vardı, para kazanıyordum ve artık arkadaşlarından utanacağı bir torun değil, onlara gururla bahsedeceği bir torundum. Misafirlerine beni anlatırken yakalıyordum onu bazen.”
İşe başladıktan sonra ona ufak dosya işleri yaptırıyorlar ve iki kuş veriliyor. Bu kuşlara bakmasını –kuş seven eleman aranıyor- istiyor müdür. Önce her şey yolunda gidiyor. Eve getirdiği kuşlar anneannesine arkadaşlık yapıyor, iyi geliyor. Kuşlardan birini parkta izini bulup tanıştığı yaşlı adama veriyor. Çünkü işi bulması bu adamın ilanı yanlış basması sayesinde olmuştu ve Kahraman yaşlı adamın kovulmasından suçluluk duyuyordu. Sonra ölüm giriyor oyuna. İşler değişiyor.
“Kafanı topla Kahraman! Anneannen yatakta. Ölü. Bir şeyler yap!”
Ölümle ilk tanışmasının ardından yıllar geçtikten sonra ikinci maçta Kahraman yeniden golü görüyor kalesinde. Üstelik maçın daha başında. Doğrudan tanık olduğu ölümler onu içten içe korkutarak kendi kabuğuna çekilmeye itse de sevdiği birini bulunca ya da bulduğunu düşündüğünde kabuğundan çıkmak için ters dönen bir kaplumbağa gibi faydasız çabalamasına başlıyor. Bir süre sonra içindeki yabancılık yüzünden çaresizce olanları izliyor. Değiştirmek için uğraşmıyor.
“Din dedikleri şeyin de kapitalizmle kesinlikle ilgilisi vardı. En büyük tutsaklığımız bahsettiğimiz candı belki de.”
Nefes alan canlılar kapitalizmden kaçamaz. İntihar etmek yapılabilecek en büyük anti-kapitalist eylemdir. Peki Kahraman neden bu yolu seçmiyor/seçemiyor? Kahraman için tutsak yaşamak ölümden beter. Ama Kahraman yaşamı seviyor. Kendince direnişi; bir şeylerin değişme ihtimaline ve daha iyi bir yaşam için, taşıdığı umudu gösteriyor bize. İkincisi sebep ise; bir kadın. Belki de en kuvvetli neden bu, çünkü Kahraman değişiyor, aniden oluyor bu, çarpılmak gibi. Sonradan anlıyoruz ki buna ihtiyacı var Kahraman’ın.
“İlk başta, Nesrin’i karşımda görünce suçluluk hissettim. Çünkü anneannem ölmüştü ve daha ölüsü soğumadan ben Nesrin’i görmek için buraya gelmiştim.”
Meursault’dan kırıntılar görmek hiç de zor değil Kahraman’da. O, normsuzluk içinde dolanan bir yurtsuz. Ölüm onun için daha büyük bir kırılma oluşturabilirdi ama tam karşısında, ayaklarının dibine düşen Çobanaldatan uzaklaştırıyordu onu kendi felaketinden. Çünkü daha büyüğü yolda. Nesrin’in temsil ettiği ‘daha iyi bir yaşam’ ideali aslında Çobanaldatan kuşunun kendi yuvasını korumak için yaptığı bir dümenden başka bir şey değil. Kahraman bu tuzağa düştü, ihtiyacı olan tam da buydu, düşmek. Yaşamın daha iyiye gidemeyeceği görmesi gerekiyordu. Sorun kapitalizm değildi, sorun kapitalizmin değiştirdiği insanlar değildi. Sorun ‘bizdik.’ Ta en başından kimine göre elmadan, kimine göre biyolojik akrabalarımızdan gelen bir mirastı bu bize. Bizde bir hata vardı, yanlış kodlanmıştık. Kahraman, yalnızca yansıması bu yanlışımızın.
Kışı ölümü örttüğü için seven karakterin, ilk kar tanesi düştüğünde hayatının tepetaklak olması, kışla gelen düşüşü, yeterince ironik. Romanın mahkeme pasajlarında kışı sevmesi kendisine karşı kullanılınca şaşırıyor Kahraman anneannesinin ölümüne üzülebilseydi, kapıya gelip anneannesinden kalan kutsal kitabı kendisine uzatan yaşlı kadına ‘hayır’ demeseydi, kim bilir belki onun için ölümün ağır geldiğini düşünecekti toplum ve daha az ceza alabilecekti. Suç kavramı çoğunlukla yasalarla belirlense de kültürel normların içinde gizlenmiş birçok detay kişinin aklanmasına ya da karalanmasına yeter de artar bile.
“Bunun benim suçumla ne ilgisi olabilirdi? Beni suçladıkları şeyin onun ölümüne yeterince üzülmemek olduğunu düşündüm. Öyle bile olsa bunun suç olup olmadığına karar veremiyordum.”
Çokuğurluel nokta dokunuşlarıyla sistemin içinde savrulan genç bireylerin hisseleri cesurca aktarmaya çalışıyor. Din, kapitalizm ya da ölüm fikirlerinin hepsinde insanı ezen bir şeyler olduğunu gösteriyor. Ve ekliyor: “Aslında her şey basit bir rüyadan ibarettir hayatta. Zamanında uyanmasını bilirsen sen de tatlı bir iz bırakabilirsin.” (ACD/AS)
* Akın Çokuğurluel, “Çobanaldatan”, Nota Bene Yayınları, 184 sayfa, 2018.