İnsan, ölümün farkındalığıyla birlikte ölümsüzlüğün arayışına girdi. Ölüm hiçlik, ebedi sessizlik ve sonsuz boşluktu. Şanslı cesetlerin bile yer altındaki haşereler tarafından küçük lokmalar halinde tüketilmesiydi. Bundan dolayı çok soğuktu ölüm.
Ürperticiydi!
Gılgamış, ölen arkadaşı Enkidu’nun gömülmesine razı olmamış ve belki uyanır diye başında yedi gün yedi gece ağlamıştı, ta ki Enkidu’nun burnundan kurtlar düşünceye kadar.
Bundan çok etkilenen Gılgamış, kendisinin de bir gün aynı duruma düşeceğini düşündüğünde ürpermişti. Bunun üzerine ölümsüzlük otunun peşine düşmüştü. Zorlu ve maceralı bir yolculuktan sonra Utnapiştim’e ulaşmıştı.
Tanrılar Utnapiştim’in kulağına bir şeyler fısıldamış olmalıydılar; aksi durumda herkesin gark olup öldüğü tufandan kendisi nasıl sağ çıkabilirdi? Ölümsüzlük otunun yerini bilse bilse o bilirdi. Nitekim Utnapiştim’den ölümsüzlük otunun yerini öğrenmiş ve otu bulmuş. Otu yiyecek ve ölümsüzleşecekti.
Ama Gılgamış yıkanmak için kuyuya girdiğinde, taşların yarığından çıkan bir yılan otu alır ve yer. Gılgamış döndüğünde ot yerine yılanın gömleğiyle karşılaşır. Yılanın her bahar deri değiştirmesi bu olaya bağlanmaktadır. Zira deri değiştirmek, yenilenmek ve gençleşmektir. Neticede, Gılgamış eli boş dönmüş ve zamanı geldiğinde ölmüş.
Ama ölümsüzlük arayışı hep devam etmiş.
Kimi kaynaklara göre Doğu Seferinde İskender de Hayat Pınarı‘nı bulup ölümsüzleşmek için bir hayli çaba göstermiştir.
Ab-ı Hayat ve Gençlik Pınarı efsaneleri de insanın ölümsüzlük arayışının birer sembolüydüler. İnsanlar, Ab-ı Hayat’tan bir yudum içip ölümsüzleşmek için köşe bucak dolaştı, Gençlik Pınarı’na girip gençleşmek için Amerika kıtasının altını üstüne getirdi.
Ölümsüzlük sadece efsanelerde aranmadı elbet; laboratuarlarda da arandı ve aranmaya devam edilmektedir. Biyologlar ve genetik bilimciler ölümsüzlüğün şifresini bulmak için harıl harıl çalışıyorlar. Moleküler biyoloji alanında çalışan Bill Andrews, kendisiyle yapılan röportajda, biyolojik olarak ölümsüz olma noktasında epey yol alındığını belirtmişti. Elbette kimi deneysel bilgiler de vererek.
Örneğin, “İnsanın yaşlandığı ama ana rahmindeki yumurtanın ebedi gençliğe sahip olduğunu” belirten Andrews, “Kadın 40 yaşına gelse de doğurduğu çocuğun genç hücrelerle doğduğunu” ifade ediyordu ki bu, ölümsüzlüğe giden yolda bir çıkış kapısı olabilirmiş.
Biyolojik ölüme çare bulunur mu bulunmaz mı bilinmez ama insanlık ölüme karşı kendi çarelerini hep üretti.
Animist insan, çareyi ruhun ölümsüzlüğünde buldu. Ölen akrabalarının ruhları ortalıkta dolanıyor, hatta sessizce evlerinin içine kadar süzülerek uykularına giriyorlardı. Bundan daha somut bir kanıt olabilir miydi?
Mitoloji insanı ise çareyi öte dünyada buldu. Bu dünyada pekâlâ ölebilirdi ama diğer dünyada yaşayacaktı. Sadece mekân değiştirecekti. Bu sebepten, ölen insan diğer dünyaya eli boş gönderilmiyordu. Ölenle birlikte, diğer dünyada kullanılmak üzere takıları, sevdiği eşyaları, kullanım araçları, silahları, atları, hatta ve hatta hizmetçileri bile canlı canlı gömülürdü.
Din insanıyla birlikte ölümsüzlük tam manasıyla kurumlaştı. Diğer dünyada sonsuz bir yaşam vad ediliyordu. Üstelik cennette. Günahları olanlar bile cezalarını çektikten sonra cennete gidebilecek ve orada sonsuza kadar huzur ve mutluluk içinde yaşayabilecekti.
Ne büyük teselli!
Ölmek için, daha doğrusu ölüp de ölümsüzleşmek için acele edenler bile oldu.
İdeoloji insanının ölüme getirdiği çare biraz farklıydı. O, çareyi fikir ve ideallerinin hayat bulup yaşamasında ve iktidarlaşmasında buldu. Fikir ve idealleri yaşadıkça o da yaşayacaktı ve dolayısıyla ölmeyecekti.
Ama bu dünya ayartıcı, insan da garanticiydi. Temsil ettiği inanç ve fikir ne olursa olsun insan, arkasından eserler bırakarak da ölümsüzleşmek istedi.
Bundan hareketle heykelden mimariye kadar büyük yapıtlar inşa edildi; kültür, sanat ve edebiyatta eşsiz eserler yaratıldı; bilim ve teknikte nice buluşlara imza atıldı; siyasette ve askerlikte çağlarına damgasını vuran ve sonraki çağları da etkileyen taktik ve stratejiler geliştirildi... Yani insan, biyolojik olarak ölse bile, eserleriyle ya da dehasıyla ölümsüzleşmek istedi.
Eser ya da deha bırakarak ölümsüzleşemeyenler ise teselliyi soy bırakmada buldular.
Yaşam istenci kadar doğal bir şey yok. Nitekim gelişen imkân ve olanaklarla geçmişe kıyasla insan ömrü bir hayli uzamış ve daha da uzayacağa benziyor.
Ölüm de bir o kadar doğaldır. Nitekim yıldızlar bile enerjilerini tükettikten sonra sönüyor ve ölüyorlar.
İnsanın ölümsüzlük arayışı hep devam edecek ve bu biliniyor ama ölüme çare bulunduğu takdirde yaşam mevcut cazibesini koruyabilecek mi, bu bilinemiyor. (AB/APK/KU)