Cemal Süreya'nın Üstü Kalsın şiirini bilirsiniz. Birlikte okuyalım bir de:
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...
Üstü kalsın...
Cemal’in “Her ölüm erken ölümdür” dizesi sadece zamansız kaybettiğimiz sevdiklerimize dair söylenmemiştir kanımca.
Ölümsüzlüğe duyulan arzuyu da çağrıştırır bana, bunun için de söylenmiş gibi okuyorum. “Üstü kalsın” dediğindeyse tanrıya bir sitemi ve isyanı da bildirir: “Sen ölümsüzsün ve benim hayatımı alıyorsun, o halde istemem, üstü kalsın,” der gibi.
Belki kimi okurlara zorlama bir yorum gibi gelebilir ama sonuçta şiir niye var, biz okurlar üzerine hayaller kuralım, düşünceler dizelim, onunla beraber hafızanın ve de belirsiz geleceğin bitimsiz sokaklarında salına salına veya doludizgin yürüyelim diye değil mi?
Hani bir söyleşisinde “1944 yılında Dostoyevski'yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur.” diyor ya Cemal, benim huzursuzluğum da çocukluğumdaki bir anda saklı ama Dostoyevski ile ilgili değil, ölümle ilgili.
O anıma sonra değinicem, önce biraz felsefe yapalım.
İnsanın zihinsel evrimi devrimlerle taçlanıp sanat ve felsefe ile kendi varlığını, yaşadığı dünyayı, onun da ötesine geçip bitimsiz uzayı sorgulamaya başladığından beri, insan zihnini ölümle meşgul etmiştir demek için dahi olmaya gerek yok sanırım.
Ölüm duygusunu, onun varlığını ilk kez fark ettiğimiz anı düşünelim. Yaşadığımız korku, şaşkınlık, merak, anlamlandıramadığımız duygular vs ne kadar da karmaşıktı değil mi? İşte o duygular, düşünceler aslında bin yılların mirasıdır.
O ilk keşiften sonra ne oldu peki? Yaşamaya devam ettik elbette: Korka korka, şaşırarak, kayıtsız kalarak, bir öte dünya hatta dünyalar yaratarak ( burada hazır yaratılmışı var, diyor çağımızda espritüel bir tanrı), lanet ederek, unutarak, ölümle aramıza mesafe koyarak…
Peki, o halde ölümle aramızdaki mesafe nedir? Bir nefes kadar mı? Nefes al, nefes ver! Varsın. Nefes alıp vermiyorsan, yoksun! Aslında ölümle aramızda bir mesafe yok mu? Ne zaman, nereden ve nasıl çıkıp geleceğini bilmiyoruz.
Bu yazıyı hiç tamamlayamayabilirdim mesela veya siz hiç okumayabilirdiniz. Bazen sorarım kendime “İnsan öleceğini bile bile nasıl olur da yaşayabiliyor?” Ölüm diye bir şey olduğunu öğrendiği ilk anda ya ona çare aramalı ya da yaşamına son vermeli! Peki bu çırılçıplak gerçek ortada dururken biz nasıl oluyor da hâlâ yaşamaya devam ediyoruz? Belki de unuttuğumuz için ölümü. Hiç yokmuş gibi yapmak işimize geldiği için. Her gün ölebileceğimiz ihtimalini düşünseydik muhtemelen çıldırırdık. Bu da ayrı bir gerçek.
Epikür, "Biz var oldukça ölüm yoktur, ölüm geldiğinde de biz olmayacağız. Bu yüzden ölüm bizi bağlamaz," der. Öldüğümüzde geride bıraktığımız yaşam bir ölü olarak bizi ilgilendirmez elbette ama bunu bilmek yine de insanın içini rahatlatmıyor, ölüm korkusuna veya absürtlüğüne çare olmuyor.
Ölüme çare elbette yoktur. Belki de sorun, ölümü bir son olarak düşünmemizdedir. Onu bir son olarak düşündüğümüz için o sondan kurtulmanın yollarını aradık. Tanrılar, öte dünyalar yarattık; efsaneler, masallar uydurduk ve başka hayatlar icat ettik.
Neden yarattığımız ilahlara ölümsüzlüğü atfediyoruz? Bize ölümsüzlüğü bahşetsinler diye değil mi? Hiç ölmeseydik, öte dünyaları, tanrıları falan yaratır mıydık hiç?
Ölüm diye bir şeyin varlığından (bizi yokluğa götüren bir şeye var dememiz, ne yaman çelişki! Sahi yokluğa mı götürür bizi?) haberdar olduğumdan beri, ki beş altı yaşlarında vardım yoktum, huzursuzum. O çocukluk anısı üzerine kurduğum "Tarla" isimli öykümün girişiyle bitireyim yazıyı:
“Herkes bir gün ölecek, insanlar yaşlanıp ölür, senin deden de ölecek,” dedi köylü ve sonra avurtları çöktü, sigarasından bir nefes aldı.
“Biz de mi öleceğiz” dedi çocuklardan biri, küçük olanı.
“Siz de,” dedi köylü ve sonra gülümseyerek ekledi: “Ama siz daha çocuksunuz, büyüyeceksiniz, dedeniz gibi yaşlanacaksınız, sonra öleceksiniz.”
Öteki çocuk, büyük olanı, “Sen bizden önce mi öleceksin” diye sordu.
(HÖ/EMK)







