*Görsel: Pixabay.
Ölmek, yok olmak, göçüp gitmek, kaybolmak, yarına kalmamak terbiye eder insanı. Gün geldiğinde bir dolu şey varken yok olacağını bilmek kendini ve hayatı kazandırır insana.
Vazgeçilebilir olduğunu hisseder insan. İnsan olur ve insan olduğunu bilir bu sayede.
Peki ama hangimiz vazgeçilebilir olmayı kabullenebiliriz ki?
Bir bedenden çıkıp atıldığımızdan beri bu dünyaya, bizi tama erdiren göbek kordonumuzu bir hekimin neşteri ya da kocakarının taşı ezip kopardığından beri hep biricik olmak ve hiçbir zaman vazgeçilmemek istiyoruz. Hal böyleyken ölmeyi, yok olmayı, geçici olmayı nasıl kabullenir eksikliğimiz?
Uygarlık
Kabullenmez elbet... Adına uygarlık dediğimiz de zaten bu kabullenememe halimizin tamamlanamayacak ve dolduralamayacak çabasıdır aslında.
Anıtlar, kabirler, tapınaklar, sütunlar, piramitler, pantheonlar,... istisnasız hepsi vazgeçilmezliğimizi dünyaya ilan ettiğimiz yalanlardır. Bir yanıyla hepsi muhteşem bir estetik, zarafet, hayranlıktır. Öte yanıyla hepsinde kan, gözyaşı, ter, işkence ve zulüm saklıdır.
Vazgeçilebilir olmayı kabul edemeyen her muktedir, kendisinden önce bu yalana inanan başka bir zavallının vazgeçilmezlik gösterilerini yasaklayıp, onları yıkıp yok ederek varlığının ilelebet baki kalacağını zanneder.
Ama aslında önceki biçarenin yapı, yapıt ve var ettiklerine vurulan her darbe, diyalektiğin kaçınılmaz yasası olarak halen egemen olan biçarenin yapı, yapıt ve var ettiklerinin yok edileceği bir tarihsel mirası var eder. Heyhat... vazgeçilebilir olma ihtimalinin benlikte yarattığı korku o kadar derindir ki bu gerçeği göremeyecek kadar körelir gözleri muktedirin.
Doygunluk
İnsan yoksunluktan değil doygunluktan, eksiklikten değil her bir yere taşan fazlalıktan çeker ne çekerse.
Kendisini ötekiyle tamamlamak yerine ötekinde hep kendisini var etmekle, evrenin ölçüsünde yok süre yaşadığı bir hayatta soluklanıp gözlemek yerine hep bir yerlere yetişip fikrini ve cismini oraya taşımakla, gözden ırak bir duldada dinlenmek yerine tüm gözlerin her daim kendi üstünde olmasını istemekle, geçişkenliğin konforunda rahatlamak yerine ebediyetin imkânsız iktidarında ızdırap içerisinde ömrünü tamamlar vazgeçilebilir olmayı reddeden. Ama yalan yok tüm bunlar devrimci çabalardır:
Sesi, sözü, simgeyi, aklı ve inançları var eder.
O inançlar ki, bedensiz ismin, bedensiz varlığın, bir ideanın varoluşudur. Bedensiz bir ebediyetin kapısının açılmasıdır. Her şeyin karşıtını bünyesinde barındırması gibi bedenden vazgeçerek vazgeçilebilir olmayan bir statüye dönüşün yoludur o inançlar.
Ver her inanç sapkınları oranında güzeldir. Ebediyete yürünen yoldan sapmayı tercih edenlerle kıymetlenir. Başka yollar, çıkmaz patikalar, bir yerlere varmayan dönüşlerle derinlik kazanır. Zeynep Sayın'ın (Ölüm Terbiyesi, Metis, 2018) layıkıyla gösterdiği kalenderler gibi. "Zerdüştçülük, Budizm, Manicilik, Pavlusçuluk karışımı zındıklar, Hariciler, Vefailer, mülhidler, ehl-i bid'at"lar gibi...
Onlar ki; sapmışlardır.
Onlar ki; vazgeçilir olmayı kabul ederek vazgeçmişlerdir mülkten, giysiden, üstten baştan.
Gayrısından vazgeçmişlerdir.
Simgeleştirilmemek, sembolize edilmemek için vazgeçmişlerdir. Sonsuza kadar var olmak, her yerde görünmek, her daim hatırlanmak ve anılmaktan vazgeçerek sonsuzlukta gözden yitip gitmeyi seçmişlerdir. Babaya, klana, aileye, cemaate, örgüte, devlete ve hep bir yerlere tabi olmaktan vazgeçerek birbirlerine emanet olmayı seçmişlerdir.
Onlar ki vazgeçerek İslam'ın vazgeçilmezleri olmuşlardır.
Üçüncü bin yılın simgelere, gösterilere, temaşaya boğulmuş dünyasında kalender olabilmeyi ve kalabilmeyi miras bırakmışlardır.
Mayıs'ın 29'unda, iki bininci yılın 20'sinde Ayasofya'yı fethe çıkanın korkusunu ve kaybedişini hepimize göstermişlerdir.
Ve biliyoruz ki; ne o sahne, ne o laser ışıkları, ne o kökeni eloah'tan gelen yaratıcının adı, ne de estetik ve zulmün abidesi Ayasofya'da açılan rahle, kıraat edilen Kur-an, göğe açılan eller, sanal perdeye yansıyan hayalin her geçen gün erimesini önleyemeyecektir.
Zaten herkes gibi o da farkındadır eriyip gittiğini ve bu nedenle toplumsalın bilinç dışına seslenerek, bilincin ötesine atılan ve bastırılan her şeyi bekası için yardıma çağırmaktadır.
Fakat üçüncü bin yılın dünyasında siyaseten kaybedenlerin teolojik bir statü devşirerek yola devam etmesi mümkün değildir.
Çünkü bizatihi o muktedir, laser ışıkları, sanal perde ve hologram görüntüleriyle milenyum çağının hükmünü tabi kılmıştır ülkeye.
Oysa unutmayalım ki; Kâ'be-i Muazzama'da, insanlığın o ilk evinde, hani her ev gibi bize eksikliğimizi gidereceğini umduğumuz, öyle zannettiğimiz o yuvada Hicr-i İsmail'de siyah bir cariye yatar.
Ne hanif dininin peygamberleri, ne de İslamın peygamberi yatmaz o evde.
Siyah bir cariye Hâcer yatar Hicr-i İsmail'de.
O suyu bulandır. O ismi kazınmayandır. O bedeninden kan sızandır.
(OE/PT)