Olaylardan birincisi asker cenazeleri törenlerinde yükselen nidalar, ikincisi de bir-iki yıldır daha yoğunluklu görmeye başladığımız, giderek "girişim" den çıkıp "gerçekleşen" linç vakaları.
Geçen hafta boyunca hemen her yayın organında bu konulara dair haberler ve genişçe beyanatlar yer aldı.
Fakat tüm yayınlar arasında içeriği itibariyle diğerlerinden ayrılan bir yazı vardı; Hürriyet gazetesinin 11 Eylül 2006 tarihli Fatih Çekirge imzalı manşet haberi: "Bu Tuzağa Dikkat."
Fatih Çekirge, bu yazısında farklı konularda beyanatlarda bulunmuşsa da, bunlardan ikisi ilgiyi hak eder cinsten:
"Şehit ailelerinin, cenaze törenlerinde son dönemde geliştirdikleri söylem ve Sakarya Akyazı'daki fındık işçisi dört Kürt'e yönelik linç girişimi."
İki olayın da özel tarihlerinin çok gerilere dayanmasına rağmen son iki yılda hızlıca yükselişe geçmesi, seyircisi kalamayacağımız "gerçekliği"ni tekrar ayyuka çıkardı.
"Taraf-karşıtaraf" gerçekliği
Anladığım kadarıyla, Fatih Çekirge de bu durum karşısında kaygılanmış ve devletin başındaki zatlardan bu konular hakkındaki beyanatlarını merak ederek olayların "iç yüzünü" öğrenip bizlerle paylaşmış.
Çekirge, daha önceleri de olduğu gibi, bu yazısında da hep o resmi söylemin "komplo teorileri" tavrını takınıp devletin gizli kapaklı dosyalarını deşifre ederek "yükseklerden" bilgiler arzediyor,
Türkiye'de sadece belli bir kesimin sahip olduğu, olaylar/durumlar karşısında asla, gerekli çözümler üretemeyen dar bir bakış açısına sahip yorumlarını da ekliyor.
Türkiye'nin son çeyrek yüzyıllık tarihine gelişigüzel de olsa bir göz atıldığında, ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal alanda önemli bir vukuat olarak bu coğrafyada yeşerip kök salan ve yaşam alanı bulan bir "gerçeklik" (Kürt sorununa paralel olarak gelişen PKK hareketi) ile karşılaşılır!
Bu olgunun Türkiye'nin tarihinde ülkenin bütün dinamiklerini fazlasıyla etkilediği gerçekliğine varmamız epeyi zaman aldı.
Toplumsallaşan bu "hareket"in ve buna karşılık gelişen stratejilerin Türkiye'nin yakın geçmişinde konumlanması çok zaman almadı mı sizce de? PKK'nin 1999'dan 2005 yılının sonlarına kadar geliştirdiği ateşkes stratejisini görmezden gelmek nafile değil mi?
Bu bağlamdaki taraf-karşıtaraf stratejilerini saymaya hacet yok, ülkenin doğusundan ve güneyinden son bir yıldır yine "tabut"lar gelmeye başladı; gerçek bu.
Böylesi kritik bir noktada "aklı başında" insanların bu gidişata bir "dur" demesi gerekmez miydi?
Geçen hafta çatışmada yaşamını yitiren Jandarma Asteğmen Zeki Burak Okay'ın cenaze töreninden yükselen nidalar bu eksendeydi.
Okay'ın babası: "Çocuğumu bu vatana helal etmiyorum" diyordu.
Fatih Çekirge, işte bu aksi nidayı hazmedememiş olmalı ki, Başbakanlıktan da bu durumla ilgili bilgiler elde ederek bunun bir tuzak olduğunu ve bu tuzağa dikkat edilmesi gerektiğini vurguluyordu. Neden?
Bir anne ve baba kendi çocuklarının ne için ve nasıl öldüğünü bilmiyorlar mı?
"Vatan sağ olsun demeyeceğim" diyen anne babaların içlenişlerini Çekirge nasıl oluyor da bir komplo teorisi olarak sunabiliyor?
Bu kirli savaşı bir türlü noktalayamayan "taraf"-"karşıtaraf"ların bu nidalara kulak tıkamaları yerine dikkat kesilmesi gerekir.
Çünkü artık tam anlamıyla "bıçağın kemiğe dayandığı" gerçekliğini vurguluyor bu nidalar. Çekirge,yazısında bu söylemlerin halk-ordu-devlet arasındaki gerginliği körükleyeceğini vurguluyor.
Bu yersiz kaygı, 90'lı yıllarda bu coğrafyada fazlasıyla dillendirilip sükse edildi. Ne vakit karşıt bir söylem gelişse, medya-devlet tam bir işbirliğinde bulunup "ülkenin elden gittiği" gibi safsatalarla toplumu ayaklandırdı.
Bu yaklaşım beraberinde her an tetikte bulunan bir güruh yarattı, ki bu güruh yazının ilerleyen yerlerinde değinilecek ikinci "olayın" etkin elemanları oldular.
Çekirge'nin yaklaşımı bu olgudan bağımsız değildir. 90'lı yıllarda Galatasaray Lisesi'nin önünde periyodik olarak buluşan "Cumartesi Anneleri"nin o günlerde neler istediğini, bu buluşmaların alamet-i farikasını algılamaya çalışsaydık bugün "Barış Anneleri"ni de, "Şehit Anneleri"ni de tanır, geliştirdikleri söylemleri de anlayabilirdik.
İşte o vakit, belki Çekirge gibi medya şahısları da toplumu yönetmekle mükellef yönetici kadrosundaki şahıslar da bu nidaları abes karşılamaz, bunun bir komplo teorisi olduğunu savunmaz, "ölü sahipleri"ne tehditler savurmazlardı.
Şehit ailelerinin bugün geliştirdiği söylem, barış konusunda çok yanılmış bir toplumun içten içe geliştirdiği bir üsluptur.
"İhanet değil barış adına kutlanacak bir tavır"
Taraf-karşıtaraf, medya-devlet işbirliği ve çatışma ekseninde yürütülen bu kirli savaşta çıkarı olanların, barışı, barış umutlarını her şekilde bertaraf edeceğini gösteren duyarlı bir kesim var karşımızda.
Yıldırım Türker'in de dediği gibi "şehit ailelerinin şehadet mertebesiyle kendilerini avutamaz hale gelip hesap sormaya durmaları barış umudu adına son derece kutlu bir olaydır." Oysa "yukarıdakiler" bu tutumu bir ihanet olarak algılayıp bizim de aynı bakış açısına sahip olmamızı istiyorlar.
"Tabutlar ülkesi"nde artık farklı söylemler gerek
İkinci olay ise "linç girişimleri". Fatih Çekirge aynı yazısında bu konuyu da irdelemiş ve bunu da "karşıtaraf"ın bir tezgahı olarak haber etmiş.
Yine aynı makamlardan elde ettiği bilgilere göre, PKK'nin militanlarını örgütleyip mevsimlik işçi gibi angarya işlerde çalışmak üzere Türkiye'nin değişik yerlerine göndermektedir.
Ve bu bilgiyi karşıtarafın "sistemli bir mücadelesi" olarak yorumluyor. Oysa Sakarya Akyazı'daki mevsimlik işçilerin gerçekten birer angarya işçi olduğunu, uğradıkları saldırının haksız bir eylem olduğunu, emniyetteki ifadelerinden sonra PKK ile hiçbir bağlarının olmadığından gece vakti salıverildiklerini gazeteler sonraki gün yazdı.
Bu noktada durup düşünmek gerekmez miydi? Linç girişimlerinin bu toplumun yukarıda da değinildiği nedenlerden kaynaklanarak gösterdiği bir refleks değil mi?
Dolayısıyla saldırıya uğrayan işçileri PKK'li lanse edip bunun üzerine de bir komplo teorisi üretmek yerine "linç girişimi"nin kültürünü, nedenlerini, faillerini, sosyal yapısını etraflıca düşünmek ve buna çözümler üretmek gerekmez mi?
Ülkemizdeki son çeyrek yüzyılda sürdürülen bu kirli savaşın toplumun bütün dinamiklerini fazlasıyla etkilediğini söylemiştik. Her gün bir yenisinin geldiği "tabutlar ülkesi"nde linç girişimlerini bu çerçevede değerlendirmek durumundayız.
Ölü sahipleri bile farklı bir söylem geliştirmek zorunda kaldıysa "yönetici" ve "aydın kesim"den kişiler de farklı bir bakış açısı ve üslup geliştirmek zorundalar.
Bu ucuz söylemlerden kurtulmadıkça her gün başka başka ölü sahipleri, başka başka linç girişimleri ve kurbanları oluşacak
İşte asıl bu vakit toplumca sırtımızdan daha da içeri girecek; o hep var olan ve hiç çıkartamadığımız hançer. (SC/EZÖ)
* Eskişehir Osmangazi Üniversitesi/Tarih Bölümü öğrencisi.