Ben, Mustafa Orman'la "Kitabı eline alıp hiçbir zaman okuyamayacak olan anneme..." diye ithaf ettiği "Derdin İncinmesin" (Everest Yayınları) öykü kitabıyla tanıştım. Kitaptaki "Palto" öyküsüne şu cümleyle başlıyor: "Acı hariç, her şeyin açlığı çoğunluktadır."
Acının, kederin, derdin, tasanın bol olduğu coğrafyadan bildiriyor Mustafa Orman. O kadar ki derdi olmayanı bile kendine dert eden insanların öykülerde boy gösterdiği bir yazı dünyası var yazarın.
Sonrasında önceki kitabına göre daha uzun öykülerin yer aldığı, 2020 yılında Fakir Baykurt Öykü Ödülü'nü aldığı "Ovada Paldır Küldür" kitabı yayımlandı. "...kaçmakla yol bulunmazmış, anladım. İstanbul'a inince şah olacağım demiştim, mat oldum geri döndüm" dedirttiği kitabında da karakterler, kahramanlar neredeyse hep aynı çevreden, coğrafyadan. Şairin 'dar çevre yitikleri' dediği türden insanlar.
Aslında öyküye ara vermedi
Mustafa Orman, öyküye olan itikadına ara verip "Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye" diyerek romanıyla okuyucunun karşısına çıktı. Ne kadar roman diye yayınlansa da öyküye olan bağlılığından bir eksilmenin olmadığını okuyanlar hemen anlayacaktır.
Zira kullandığı dil, kurgu ve örgü tamamen öykünün bahçesinden toplanan çiçeklerle oluşturulmuş.
Romana, yazarın çok iyi bildiği coğrafyayı mekân olarak seçmesi, sahici atmosfer oluşturmasında oldukça etkili olmuş. Bunun eserin artılarından biri olduğu su götürmez. Şahit olduğu insan manzaralarını iyi bir gözlemle edebiyatın renkleri içinde kurguya dâhil etmesi, acımasız doğa koşullarını anlatırken ısınmak için iki adımda bir çay ocaklarından bahsetmesi, neredeyse on adımda bir çay içerek ısınmaya çalışan insanların rutin duraklarından birinin bu zorunluluklar olduğunu belirtmesi... Mekân tasviri yaparken eski Rus binası, evi, yapıtı olduğunu belirtip ısınmak için insanların kanyak, votka yerine çay içerek ısınmaya çalışması komik bir anakronizm çağrıştırması gibi görünmesine rağmen üzerine oturduğumuz kültürün reddi şeklinde de okunabilir.
Zalim ilk önce korku salar
Asaf ile Hanip'in birbirinden bağımsız, birbirine paralel aynı coğrafyada geçen hikâyelerine odaklanan romanın göbeğindeki dert, bellek kaybı gibi görünse de asıl meselenin vicdanlı insan ya da vicdan azabı olduğunu düşünüyorum. Elbette bunun yanında korkunun insan bilinci üzerindeki yıkıcı etkisini de unutmamak lazım.
İnsan bulunduğu ortama, mekâna, coğrafyaya uyum sağlar sağlamasına da ya eziyet edene, zulüm edene? Huzurunu, tadını kaçırana katlanamadığı zaman ya aklını kaybeder ya da rotasını. Rotasını kaybedenlerin romanı "Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye." Kendine yol arayanların, yeni bir yol bulmak isteyenlerin, çıkış için çırpınanların, korkunun kapattığı kapıları tek tek açmak isteyenlerin romanı...
90'lı yılların karanlığını bellek yitimi ile birleştirerek başka bir karanlığa işaret eden yazarın elindeki enstrümanı çatallı iki hikâyeyle genişletmesi, iki kanaldan ilerlemesi, bunu yaparken ölü kokusunu bir an bile okuyucunun burnunun dibinden uzaklaştırmaması empati duygusunu güçlü kılıyor. Sınırdan geçerken telef olan insanların daha iyi bir hayat için nelerden vazgeçtiklerini, neleri göze aldıklarını bütün acımazlığıyla gözler önüne sererken kirlenen insanları anlatıyor. Kirlenen insanların yanında temiz kalmak için ilişkilerini askıya alanları, akıntıya kürek çekmeyenlerin çabalarını anlatan çok soğuk bir roman. O kadar soğuk ki donmamak için çay içen insanlarla çay içmek için can atacaksınız. Çünkü kokusunu aldığınız sadece ölü kokusu değil, sıcak çay kokusudur da.
Sınırı zorlayanların, sınırı hiçe sayanların, sınırlarını ölçenlerin meşakkatli yolculuklarında umudu yanından ayırmadan biricik hayatları için mücadele eden insanlarla tanışacağınız romandaki dil işçiliği takdire şayan. Edebiyat dünyasındaki cemaatlere ve vasatlığa da eleştiriler getiren eserin kapak fotoğrafı başka bir güzellikte.
(HB/AÖ)