"Allahın çocukluğu
Gündoğumunda
Ölüleri anmakla başlar" **
Gülşen, Roboskî'de katledilen abisi Nadir Alma'nın fotoğrafına bakıyor***.
Bakan- bakılan arasındaki tüm sınırları iptal eden; yaşayamamış olan ile ölememiş olanın özdeşleştiği derin bir hikâye okunuyor fotoğraftan. Muktedir tarafından kaçakçılıktan, kürtaja kadar pek çok dolayımın içerisine hapsedilmiş bir acının en dolaysız tanıklığı olarak duruyor Gülşen'in bakışı.
Bakan baktığına benzedikçe, zulmü meşrulaştırma talebi olan tüm argümanlar da çöküyor. Fakat katlin meşrulaştırılma çabaları karşısındaki gücüne rağmen, adeta yaşamla ölüm arasında asılı kalmayı teklif eden tekinsiz bir çağrısı da var bu bakışın.
Gülşen, hayatta kalmış olmanın yaşayan olmaya yetmeyişinin vücuda gelmiş hali, sanki bir dokunanı olmasa sonsuza kadar öylece kalacak. Ardında uzanıp giden duvardan farkı ne? Duvarın dili olsa, Gülşen'in dili olsa...
Bir âdet vardır; ev ahalisinden biri ölünce kapıya ölenin ayakkabıları konur ki ölüm evden çıkıp gitsin, uzak olsun.
Fakat artık dağlarda, köylerde, şehirlerde ölü evine dönüşmemiş kaç ev kalmıştır? Dersim'den, Maraş'a; Çorum'dan, Malatya'ya, Sivas'a; oradan Gazi'ye, Roboskî'ye dek ölü evleri yaratıldığında, bu toprakların kendisi ölü bir eve dönüşmemiş midir?
Hem, kan ve ağıtın yükseldiği bunca evden ne kadar öteye gidebilir ölüm?
Açık ki bu toprakların ölümü ötelemek için eşiğine ayakkabı koyacağı kırık bir kapısı bile kalmamıştır.
Her yanından hafıza fışkıran bu diyar, savaş alanlarında kıstırıldığından yaşayamamış; failleri meçhul kaldığından ölememiş; ölüsü bulunamadığından gömülememiş; ölü bedeni bulunsa yası tutulamamış hayaletlerin diyarıdır.
Hayaletler, varlıklarını ölüm ile yaşam arasındaki bir sıkışmışlığa borçlu olduklarından, durmaksızın bir hınç yüklerler hayatta kalanların omuzlarına; yaşayamamışlığın değilse de ölememişliğin hıncını.
Oysa hınç, örtüsüdür hakikatin ve yaşam kadar ölüm de ister kendi hakikatini bulmayı, şu sorunun cevabını: "Nedir bu başımıza gelen?"
Burada "tarih" giriyor devreye: Cevap bir yana, sorunun kendisini bile yasaklayan; hafızayı iptal ederek kendini biricikleştiren geçmişi kuran iktidarların yazdığı tarih.
O tarih ki; öldürene "katil", sisteme "zulüm" dememek uğruna öleni ölmüşlüğünden etti, kalanı kalmışlığından. Hayaletler gibi yaşayanlarla hayaletler gibi ölmüşlerin içine bırakıldığı, insanların hayallerinden edildiği ölü bir ev oldu bu topraklar; ama ölü bir evden de yükselir hatıralar.
Gülşen'in Nadir'i gören gözlerinden gözlerimizi bir an olsun ayırabilirsek, hemen arkada, kadraja sığmayan aralık kalmış kapıyı fark edebiliyoruz.
Yine de Gülşen'in bakışının dolayımından geçmeden kapıyı görmek pek mümkün değil.
Tam da bu sebeple bu fotoğraf hıncı değil de hakikati taşıyor. Kalana tanıklık edersek bu tanıklığın bize bir yas bağışlayacağını, bu yası tutarsak ölenin bilgisine sahip olabileceğimizi söylüyor; tarihe rağmen hafızanın dirilebileceğini.
Hafıza kavuşturacak bizi kapının eşiğine; ölümü ötelemek için değilse de, ölümle beraber içinde yol alabileceğimiz bir yaşamın varlığını mümkün kılmak için. (CB/EKN)
* Başlık, Dostoyevski'nin hapishane yaşantılarını anlattığı kitabının adı. Yazık ki onun hapishanesi, bizim dünyamız oldu.
** Bejan Matur, "Allahın Çocukluğu" şiirinden.
** Roboskî fotoğraflarıyla bana/ bize "yas izleri" emanet eden Erhan Arık'a teşekkürlerimle...
Cana Bostan, Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü Doktora Öğrencisi.