Doğada, yani doğal yaşamda, ölüm aslında bir bitiş demek değildir. Döngünün bir parçasıdır. Mevsimlerin döngüsü, yağışlar vesilesiyle suyun döngüsü, kimi minerallerin, atomların, hücrelerin döngüsü, hatta belki evrimin döngüsü gibi… Bir işleyişin parçasıdır, canlı mekanizmasının sonlanması.
İlk zamanları için insanda da bu döngü algısı vardır. Ancak toplum, işbölümü, tarım ve aslında yaşam gibi insana da kimi değerlerin atfedilmesiyle birlikte, ölüm de bunlardan payını alır. Artık ölüm, doğanın aksine bitiş anlamı taşır.
Ölümü, bu kadar çok “son” olarak “hissettiğimiz” için, buna karşı da geniş bir literatür oluştururuz. Bu literatürün çoğu bireysel veya toplumsal inançlarımızdan beslenir. Çoğu da dini inanç ritüelleri ile desteklenir. Kimi zaman da ölüme karşı çıkışı, toplumsal sistem inançlarımızla yaparız.
Hangi inançla olursa olsun, ölümün bitiş olmadığına dair genlerimizdeki doğal yaşamın izlerinden karşı çıkış inadımızı sürdürürüz.
Yine de insanlık tarihi, insanlığın sonu olmasa da, kimi topluluklarının, değerlerinin, duygularının dönemsel sonlarına, ölümlerine tanık olmuştur. Veya halihazırda olmaktadır. Bu son, çoğu zaman kültürlerin sonudur. Dillerin, özgün yaşam alanlarının, düğünlerin, “o eski bayramların”, isimlerin, yemeklerin… sonu gibi.
Kaybolan, yani ölen bu kültürlerin, doğadaki gibi bir döngü ile yeniden yeşerdiğini söylemek zor. Onlar daha çok egemen kültürler tarafından asimile ediliyor, yozlaştırılıyor, bitiriliyor, kaybettiriliyor. Yani katlediliyor. Ancak nasıl ki bir insanı, kahraman adlettiğimiz bir insanı, “Ölmedi, yaşıyor” diyerek, yıllar boyu yaşatabiliyorsak, bir kültür veya dil için bunu yapmak pek de mümkün değil.
Kimi halklar için ölümler, dirilmenin, diriltmenin, yeşermenin adıdır. Mücadele içindeki tüm halkların karşılaştığı zulüm ve ölümler, inadına çoğalarak karşılığını bulur. Ancak bazı halklarda ise, ölümler bitişin, sona gelindiğinin adıdır. 60’lık, 70’lık ninelerin, dedelerin ölümü yaşadıkları ömür kadar birikimlerini ve taşıdıkları kültürü de beraberinde götürdüğü anlamına gelmektedir. Bu kültürün temsilcileri birer birer toprak olurken, nesli tükenmiyor ama yeni nesil o kültürle büyüyemiyor. Yani kültürün, yani dilin nesli tükeniyor!
Her bir ölüm, beraberinde çok şey götürüyor. Ne yazık ki, her bir insanın yok olması, bir dilden ve bir kültürden çok şey eksiltiyor.
Tıpkı Lazca ve Lazlar gibi…
Bu yüzden ilginçti, Laz Enstitüsü açılışının bir ağıt ile başlaması…
Lazca; UNESCO’nun yok olma tehlikesinde olduğunu duyurduğu dillerden biri. Enstitü açılışı, tıpkı ilk Lazca derginin çıktığı, ilk internet sitesinin kurulduğu, ilk romanın yazıldığı, ilk derneğin kurulduğu kimi anlardaki heyecanın yükselen son adımıydı. Bir yandan umutları tazelerken, bir yandan da tatlı bir heyecan hakimdi tüm salona. Çünkü herkes adı gibi biliyordu ki, Lazlar bu değildi. Gözlerinin önünde, dillerinin önünde, yüreklerinin önünde yaşanan bu cinayete sessiz kalacak insanlar değildiler. Derelerine canhıraş sarılan bir halktır onlar. Boğazlarına sarılan elleri, HES’lere karşı durdukları gibi geri çevirirler.
Ama işte, hayat!
Göçler, sürgünler, ekonomik darboğazlar, beraber yaşadığı halklar ile ilişkilerinin yarattığı konum, komşu halkların mücadelelerinin yarattığı korkular, çekinceler gibi sayılabilecek daha birçok neden Lazcayı ve Lazlar’ı bugüne getirdi.
Bugünkü durum, Doğu Karadeniz ve Güney Marmara bölgelerinde yoğunlaşmakla birlikte Türkiye’nin özellikle büyükşehirlerine dağılmış tahminen 600 bine yakın bir nüfus; “anlayan ama konuşamayanlar” da dahil 250 bin Lazca “bilen”, hala fıkralar ve milliyetçilik ile terbiye edilmeye çalışılan, yaşadığı ve yaşattığı coğrafya yıkım projeleriyle yok edilmeye çalışılan bir halk!
Enstitü işte bu halkın peşinde, önünde, yanında, arkasında! Ne yapılacak, nasıl yapılacak, ne yapılmalı, nasıl yapılmalı… Ortada bir sürü soru var. İlk kılavuz, ihtiyaçlar. Dilin yaşatılması için ders kitaplarının hazırlanmasından yazınsal çalışmalara kadar yapılması gereken bir sürü iş var. Ve tabi coğrafyadan kaynaklı da ayrı gayrı yaşayan tüm Lazca çalışanlarını biraraya toplamak lazım. Evler birbirine uzak olsa da “meci” kültürü var sonuçta Lazlar’da. E Kürtlerin bugüne kadar yaptıkları da ortada. Yer isimlerinin iadesinden, anadilde eğitime kadar tüm kültürel talepler Lazların “ben de” dediği cinsten.
Velhasıl iş çok!
Bir kuşakla birçok şey yitip gidiyorken ve ölüme meydan okuyamıyorken bilim, arkeolog misali toprağı kaza kaza bir şeyler arama gayreti Lazlarınki! Ekonomik, siyasal, tarihsel tüm güçler, etkenler Lazların aleyhine işlerken, derelerine sarılan halkı, dili ve kültürü için de kucak açmaya çağırma çabası. İnsanlık suçu olan bir cinayeti önlemek. Kurşun çıkmış, hızla ilerlerken, onun önüne geçmek.
Toprağa birini daha gömmek için değil, toprağın altına gömülenleri çıkarmak için iğne ile kuyular kazıyorlar. Ama aslında yaptıkları bir şey daha var; kazdıkları toprağa tohumlar ekiyorlar. İnadına! Yok edemeyeceklerini gösterme adına, inadına! Enstitü işte böyle bir çalışma Lazlar açısından. İnsanın ve mutlaka her Laz’ın yüreğini kıpır kıpır eden bir adım. Enstitüden yüreği kıpır kıpır bir arkadaşın şu yorumu gibi “Anadolu’da, yok olmakta olan dillerden biri yeşerecekse o Lazca olacak!”
Bir dili, bir kültürü, bir yarı ölü’yü diriltme işi! Faili meçhul, mezarı meçhul, dil’i, din’i meçhul ama insanlığı gayet ortada bir insanlığı, bir halkı diriltme, yeşertme işi…
Deli işi!
Yani Laz işi!
Ama o toprakta, sadece bir kuşak önce ilkokul sıralarında, Lazca konuştuğu için dayak yiyen çocukların soruları hala akıllarında. Ve kendi çocuklarına Lazca öğretmemeleri sorunu da ortada! Bir dilin, toplum üzerinde yarattığı bu karmaşayı, travmayı yaratanlara sorulacak sorular ortada. Dil’sizliğin boşluğunda yerine konulan bütün kara’lıklar, coğrafyayı sarmış durumda. Ahşap evin bahçesinde, çocukları, torunları büyükşehirlerde yaşam kavgası içinde iken ve kendisi yalnız iken, bir yaşlı Laz kadınının, yüzü yemyeşil dağlara dönük kurduğu hayalleri Lazca’dan söküp alanlara sormak gerek.
Dilini bilmemek, herhangi bir şey değildir. Yenilir yutulur, kolayca vazgeçilir, unutulur bir şey değildir. Dilini mahrum, yasak, zulüm, unutkan, kırılgan, utangaç etmek değersizleştirmektir.
Lazlar da, toprak altında kalan bu geçmişi kazacaklar. Canları acıyacak. Ama kazacaklar. Bir kere o özgürlüğün tadını aldıklarında, dillerinde ve kültürlerinde yüzmenin hazzını yaşadıklarına kendilerini kazmaktan ve topraktan alıkoyamayacaklar.
Ve tohumlar ekecekler.
Bu tohum tutar. Malum, Karadeniz’in toprağı bire bin verir, yağmuru baygını ayıltır, denizi hırçın dalgalarıyla yaşama tutunur… Bu tohum tutar. Karadeniz insanı, Lazlar, birlikte yaşadıkları derelerle, ormanlarıyla, denizleriyle ve Hemşinlilerle, Gürcülerle, Pomaklarla ve aynı ülkeyi paylaştıkları tüm diller, dinler, kültürlerle yeni bir yaşamı kurma derdine düşer, celladın aynı olduğunu görerek, celladın kuyusunu kazarlar!
Yolunuz açık olsun! Yolumuz açık olsun! (MT/HK)