Geçen hafta, gündemin gölgesinde kalan bir üçüncü sayfa haberi vardı gazetelerde: Urfa'da, 22 yaşındaki tıp öğrencisi Çağla Arin'in, okul arkadaşı tarafından 47 bıçak darbesiyle öldürülmesi.
47 bıçak darbesi...
Akıl almıyor. Bu darbeleri arka arkaya yorulmadan indirebilmek için insanın bol miktarlarda kortizon ve adrenalinle dolması; bunun için de büyük bir nefretle zıvanadan çıkması gerekir herhalde. Bu ne vahşettir, bu ne hırstır, bu ne nefrettir...
Katil zanlısı bir erkek: Hüseyin Zengin.
Hüseyin, Çağla'ya çok ama çok kızmış olmalı. Peki ne yapmış bu genç kadın, Hüseyin'i kendinden böylesine nefret ettirmek için? Hüseyin'in yaşamına, akademik ve/veya mesleki geleceğine filan mı kastetmiş? Onun için çok önemli, çok değerli bir kişiye ya da şeye onulmaz bir zarar mı vermiş?
Yok. Hiç biri değil. İddialara göre, Hüseyin Çağla'ya yalnızca aşık olmuş. Çağla da onun beraberlik teklifini reddetmiş? Hüseyin “onurlu bir delikanlı (!)" olarak, bu reddiyeyi gurur meselesi yapmış. Ya benimsin, ya kara toprağın cinsi hamasi bir takıntı haline getirmiş Çağla'yı. Kendisiyle birlikte olmaya ikna etmek için sürekli peşinde dolaşmaya, elektronik postalarla rahatsız etmeye başlamış. Hatta birkaç kez, teklifini kabul etmezse zarar vermekle tehdit etmiş.
Çağla durumu polise bildirince Hüseyin göz altına alınmış. Ancak delikanlı Çağla'yı sevdiğini, “mesajlarında tehdit değil sevgi sözcükleri" olduğunu söyleyip, ona zarar vermeyeceğine söz verince serbest bırakılmış. Elbette, henüz işlemediği bir suç nedeniyle Hüseyin'in tutuklanması mümkün ve doğru olmazdı.
İşin trajik tarafı, Hüseyin'in Çağla için bir tehdit olarak ciddiye alınıp, karakol dışında gözetiminin sağlanacağı bir tedbirin alınmaması; ya da Çağla'ya polis koruması sağlanmaması. Anlayacağınız polisin tek yaptığı Hüseyin'e “yapma etme ayıptır" demek olmuş ve Çağla, aldığı tehditlere rağmen, Hüseyin'in insafına terkedilmiş.
Utanç veren erkeksi takıntılar
İnsanda hem üzüntü, hem de soğuk bir şaşkınlık yaratıyor bu haber. Açıkça belirteyim ki, bir erkek olarak hemcinslerime karşı derin bir utanç hissediyorum.
Şu ülkem erkeğininki nasıl bir iflah olmaz namus/gurur takıntısıdır ki: ortada fol yokken, yumurta yokken, elalemin lafıyla karısını kıskanır, “namus meselesi" der vurur, kızına gayet “namuslu/onurlu" erkekler tecavüz eder, “onur meselelesi" der kızını vurur. Nihayet aşık olur, olumlu yanıt alamaz, “gurur meselesi" yapar, yine vurur.
Sanki etraflarındaki bütün genç kadınlar, Hüseyin gibi onurlu/gururlu delikanlılarımızın etrafında pervane olmalı, onların kendilerine yapabileceği tekliflere karşı hazırolda beklemelidirler. “Hayır" deme hakları yoktur, olamaz. Yoksa vay hallerine. Vuruluverirler.
Velhasıl sanki ülkemde Ademoğlu, Havva'yı vurmak için bahane arar durur.
Kadına yönelik şiddetin her çeşidi töre suçu
Aslında erkek psikolojisindeki kadına yönelik şiddet eğiliminin altında, toplumsal hayatımızın derinlerine sızıp yerleşmiş erkek egemen sıradan faşizm yatıyor. Türkiye toplumunun geleneksel-törel normları hâlâ erkeğin, erkek egemen zihniyetin bir türevi olan namus/onur duygusunu meşrulaştırır ve bu saikle işlediği suçları zımnen teşvik eder nitelikte.
İşin en utanç verici yanı, adli/hukuki sistemimizin de geleneksel-törel anlayışa paralel bir yönelimle, hâlâ daha erkek egemen şiddete karşı yeterince önleyici olmaması; hatta çeşitli bahanelerle ceza indirimine giderek çanak tutması.
Türk Ceza Kanununda (TCK) yapılan son değişikliklerle, kadına karşı töre saikiyle işlenen suçlarda cezalar oldukça ağırlaşmış olsa da hâlâ uygulamalarda erkeğin namus, onur kaygısıyla işlediği suçlarda ceza indirimine gitmek için açık kapı aranmaya çalışılıyor; ve bunun için komik ayrımlara gidiliyor.
"Töre saikiyle" -aile meclisi tarafından alınan bir kararla- işlenen cinayetlerde "ağırlaştırılmış müebbet hapis" öngörülürken (M.82); erkeğin şahsi tutkusu, kıskançlığı ve namus kaygısıyla, tek başına işlediği cinayetlerde “haksız tahrik" (M.29) kapsamında indirime gidiliyor.
Yani uygulamada tutku, kıskançlık ya da namus duygularıyla işlenen cinayetlerde erkekler, kadınlara yönelik tutkularının ve gururlarının kırılması nedeniyle doğan anlık bir “hiddetin veya şiddetli elemin" kurbanı olarak kabul ediliyorlar. Böylece konunun toplumsal/törel temeli yok sayılıp, olay bireysel bir psikolojik sorun düzeyinde görülmekle yetinilip, küçümseniyor.
Sanki bu suçlar erkeğin “doğasından" kaynaklanan bir itkiyle gerçekleşiyormuş; erkekleri zımnen kadınlara yönelik suçlara iten ve bunları meşrulaştıran geleneksel/törel normlar ve önyargılar yokmuş; ve sanki geçmişte, bunların erkekleri ne kadar uç noktalarda şiddete itebileceğinin kanlı örnekleri hiç olmamış gibi.
Hüseyin de töre suçlusu!
Hüseyin'in işlediği gibi karşılıksız aşk cinayetlerinde de aynı erkek egemen geleneksel/törel meşrulaştırma mantığı geçerli değil mi? Yani “kadın iffetsizlik edip, erkeğe cesaret vermese -ya da 'kuyruk sallamasa'- erkek kadının peşine takılır mı hiç?" (Tecavüzlerden sonra, tecavüze uğrayan kadınların öldürülmesi de bundan değil mi?)
Bu mantığa göre, karşılıksız aşk olayında kadın önce erkeğe cesaret verip, sonra onu reddederek aşağılamış kabul ediliyor ve gururu kırılmış erkeğin şiddet uygulaması meşru –en azından hoşgörülebilir- hale geliyor.
Bana kalırsa, bu olayda da polis Hüseyin'in durumunu “reddedilmiş gururlu erkeğin haklı hiddeti" olarak değerlendirmiş. Hüseyin polise Çağla'nın peşini bırakacağına dair “erkek sözü" verince, polis bu “onurlu/gururlu" delikanlıya itibar edip, olayın peşini bırakmış.
Ne Hüseyin'i Çağla'dan uzak tutacak bir önlem almış, ne de Çağla'ya koruma sağlamış. Yani olayı küçümsemiş ve ulaşabileceği boyutları görmezden gelmiş.
Sonuçta, Çağla'ya Hüseyin'le birlikte 47 kez bıçak saplayanlar, olaydaki ihmaliyle polis ve geleneksel/törel önyargılarıyla tüm Türkiye toplumu. Kıskançlık ve karşılıksız aşk suçları da birer töre suçu. Karşılıksız aşkı, işlediği cinayete bahane olmamalı ve Hüseyin töre saikiyle tasarlanmış cinayetlerdeki gibi ağırlaştırılmış bir ceza görmeli.
Ayrıca kadına yönelik her türlü erkek egemen önyargıyla ve kadının kamusal ve özel alanlardaki konumuna zarar veren bütün geleneksel-törel normlarla mücadele edilmeli. Yoksa kadına yönelik şiddetin önünün alınması mümkün olmayacak. (AÖ/GG)