Afrikalı-Romalı tiyatro yazarı Publius Terentius Afer’in ya da bilinen kısa adıyla Terentius’un eserlerinden biri olan “Kendine Eziyet Eden Adam” (Heautontimôroumenos), genel olarak oğulları biri fakir diğeri ise bir seks işçisine aşık olan iki varlıklı adamın hikayesi etrafında şekillenir. Bununla birlikte adı geçen eserdeki bazı özlü ifadelerin eserin kendisinden çok daha fazla nam saldığı rahatlıkla söylenebilir. Bunlardan en ünlüsü “Ben bir insanım; ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” (Homo sum; humani nihil a me alienum puto) ifadesidir. Sonradan bu özlü söz Cicero ve Seneca’nın eserlerinde görüldüğü kadar, Karl Marx’ın 1865 baharında kızı Jenny’nin “En sevdiğin özlü söz nedir?” sorusuna verdiği cevabın da kendisi olacaktır. Ancak bu yazının da başlığı haline gelen eserdeki bir diğer özlü söz, öyle sanıyorum ki Türkiye’nin bugünkü haline tam tekmil denk geliyor: “Olağanüstü yasa olağanüstü kötülüktür” (“Ius summum saepe summa est militia”). Kendisinden yaklaşık bir yarım asır sonra Cicero “Yükümlülükler Üstüne” (De Officiis) adlı çalışmasında bu önermeyi “Olağanüstü yasa olağanüstü adaletsizliktir” (“Ius summum saepe summa est injuria") olarak yeniden kullanacaktır.
Kuşkusuz olağanüstü yasa dendiğinde aklımıza ilk gelen askeri darbeler döneminde karşılaştığımız sıkıyönetim rejimi uygulamaları. Kaldı ki, Bülent Tanör hocanın “Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu” başlıklı çalışmasında da ifade ettiğini gibi “En vahim ihlaller, askeri yönetim ve sıkıyönetim mahkemeleri eliyle bu dönemlerde ortaya çıkar”. Buradan hareketle, 15 Temmuz 2016 akşamı darbe teşebbüsünde bulunanlar başarılı olmuş olsaydı, bizleri bekleyen manzara Bülent Tanör hocanın yaptığı tespiti bir kere daha gözler önüne sermiş olacaktı. Bununla birlikte, olağanüstü yasalar sadece askeri yönetimlere ve sıkıyönetim rejimlerine özgü değildir. Her ne kadar idarenin başında askerler olmasa da, yakın tarihimizde sivil yönetimler zamanında ilan edilen olağanüstü hal rejimlerinin de askeri darbeleri ve sıkıyönetim rejimlerini aratmadığını gösteren çok sayıda örnek mevcut. Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde, Türkiye pek çok kez olağan üstü hal rejimini yaşadı ve yaşanmaya da devam ediyor. Yol açtığı vahim insan hakları ihlalleri, anti-demokratik uygulamalar, kanun hükmündeki kararnameler yoluyla hukukun üstünlüğünü ayaklar altına alma, korku iklimi yaratma ve burada saymakla bitiremeyeceğimiz daha pek olumsuzluk olağanüstü hal rejimlerinin de tipik karakteristiği.
Hemen hatırlayacak olursak 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ülke çapında ilan ettiği sıkıyönetim, yerini 1987’de kısmi olağanüstü hale bırakmıştı. Aynı yıl Türkiye bugünkü haliyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) de yargı yetkisini tanımıştı. Olağanüstü halin Kürt vatandaşların yoğun olarak yaşadığı tüm doğu ve güneydoğudaki illerini kapsayacak şekilde düzenlenmesiyle birlikte, ilk kez 1990’da Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) de 15. maddesine dayanarak kısmi olarak askıya almıştı. O dönem Avrupa Konseyine gönderdiği ihbarnamede Türkiye, AİHS’nin 5. (Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği), 6. (Adil Yargılanma Hakkı), 8. (Özel ve aile hayatına saygı hakkı), 10. (ifade özgürlüğü), 11. (Toplantı ve dernek kurma özgürlüğü) ve 13. (Etkili başvuru hakkı) maddelerini askıya aldığını bildirdi.
Türkiye 2002 yılına gelinceye kadar olağanüstü hali 46 kez uzattı. Gelin görün ki, politikacı kurnazlığı ile Türkiye’nin AİHS’ni askıya alması sonraki yıllarda AİHM’in Türkiye hakkında ihlal kararları arka arkaya vermesini engellemedi. Türkiye askıya aldığı sözleşme maddeleri dahil neredeyse sözleşmenin tüm maddelerinden mahkum oldu. Daha da ötesi, 1990’lı yıllarda AİHS’in kesin yasakları arasında yer alan ve asla askıya alınamayacak olan işkence ve kötü muamele yasağı ile ilgili vakaların, yargısız infazların, kayıpların artmasıyla birlikte, Türkiye’deki iç hukuk yollarının tamamen etkisizleştiğine kanaat getiren AİHM, bir süre OHAL bölgelerinden söz konusu vakalarla ilgili olarak iç hukuk yollarını tüketmeksizin, doğrudan başvuru bile kabul etmeye başlamıştı. Türkiye’nin 2002 yılında OHAL uygulamasını kaldırmasıyla birlikte başlayan olumlu hava son 10 yıldır tamamen tersine dönmüş durumda.
15 Temmuz 2016 günü gerçekleşen darbe girişimin ardından AKP Hükümeti 20 Temmuz 2016’da ve bu sefer tüm yurt genelinde olağanüstü hal ilan etti. Yurt genelinde ilan edilen olağanüstü hal 21 Temmuz’da Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edildi ve Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Hemen ardında Türkiye Avrupa Konseyi’ne gönderdiği ihbarname ile AİHS’in askıya alınamayacak olan maddeler hariç (2.1-Yaşam Hakkı; 3-İşkence ve Kötü Muamele Yasağı; 4.1-Kölelik Yasağı; ve 7.-Kanunsuz Ceza Olmaz) diğer tüm maddelerini askıya aldığını duyurdu. Benzer şekilde, Birleşmiş Milletlere göderilen diğer bir ihbarname ile Siyasal ve Medeni Haklar Sözleşmesinde yer alan askıya alınamayacak nitelikte olan benzer nitelikteki haklar hariç, diğer tüm maddeleri askıya aldığını belirtti. Hemen ardından da ortalığı zapturapt altına almak için işe koyuldu ki hem de ne iş! Beraberinde işkence ve kötü muameleler, ifade özgürlüğünün kısıtlanarak gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin göz altına alınıp tutuklanması, sosyal medya kullanıcılarına soruşturmalar, kapatılan gazeteler, dernekler, engellenen barışçıl gösteriler… Daha da yetmedi fırsat bu fırsat HDP’li milletvekillerini ve belediye başkanlarını da tutuklayarak cezaevine göndermesiyle birlikte bugün iş çığrından çıkmış bir halde. Gelinen noktada sıkıyönetim dönemlerini aratmayacak uygulamalar eşliğinde, ülke bir cezaevine dönmüş durumda. Hiç birşeyden haberi olmayan biri şu anki Türkiye manzarasını görse, 15 Temmuz 2016 akşamı askeri darbenin başarılı olduğunu bile düşünebilir.
Bir sivil hükümet zamanında, ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilerek bu denli baskıcı, otoriteryen bir rejime geçildiğini ve böylesine geniş çaplı bir ihlal döngüsünün yaşandığını görebilmek için ancak Cumhuriyetin kuruluş dönemine gitmek gerekir. İsmet İnönü’nün türlü alavere dalavere eşliğinde Başbakanlığı üstlendiği ve Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tek parti diktatörlüğünü perçinlediği 1925-29 dönemine. Bilindiği üzere, Şeyh Said isyanının hemen ardından 4 Mart 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükun Kanunu (Huzurun Sağlanması Kanunu) ile İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, sürgünler ve idamlar gerçekleştirilmiş, dönemin tek muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış, mevcut isyanlar katliamlar gerçekleştirilerek bastırılmış, köyle yakılmış, binlerce kişi tutuklanarak cezaevine konmuş, muhalif basın da susturulmuştur. Bugün için Takrir-i Sükun döneminden bir eksik idam cezası uygulamalarıdır - ki bu yönde harcanan tüm çabaya rağmen çok şükür henüz bir tek bu konuda ilerleme kaydedilmiş değil.
Avrupa Koseyi’nin Hukuk Yoluyla Demokrasi için Venedik Komisyonu, Aralık 2016 ortalarında yayınladığı Türkiye raporunda, ilan edilen olağanüstü halin meşru bir dayanağı olsa bile, olağanüstü hal önlemlerinin çok ileri gittiğini açık bir dille ifade etti. İnsan Haklarını İzleme Örgütü (HRW) ve Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına dayanarak işkence ve kötü muamele, özgürlükten keyfi bir biçimde yoksun bırakma, avukata erişimi engelleme vakaları gibi kabul edilemez uygulamalara da raporunda yer veren Komisyon, Türkiye’nin olağanüstü halin demokratik rejimi koruma amaçlı ilan edildiğini ve çok fazla uzatılması durumunda demokratik meşruiyetini kaçınılmaz bir şekilde kaybedeceğini de belirtmişti. Ancak, sanki bunların hiçbiri olmamış gibi söylenenleri kulak arkası yapan hükümet yeni gözaltılara, soruşturmalara, adli ve idari tacizlere pervasızca devam ediyor. Son günlerde, yaşanan ihlal döngüsü yetmiyormuş gibi “şehitlik” söylemi üzerinden yürüttüğü savaş çığırtkanlığı da işin cabası. Bu atmosfer içinde mevcut otoriteryenliği daha da perçinleyecekmiş görüntüsü veren anayasa değişikliği ise zaten kıt olan ve hükümet tarafından çerçevesi seçimlerle sınırlandırılmış demokrasiye cenaze namazını kıldırmak üzere TBMM’de.
Tüm bu yaşananlardan sonra insan kendisine sormadan edemiyor. Acaba hükümet bir gün gelecek ve tüm bu yaşanan olumsuzlukların hesabı hakkıyla verilebilecek mi? Diyelim ki verdiler. Acaba o hesap verme günü geldiğinde tıpkı bugünkü gibi pervasızca ve vurdumduymaz bir şekilde mi davranacaklar yoksa yüzlerinde bir utanma, sıkılma veya en azından üzüntü belirtisi görebilecek miyiz? İşte o zaman geldiğinde, öyle sanıyorum ki Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı”nı bıraktığı yerden tekrar ele alıp, kötülük üzerine yeniden düşünmeye başlayacak ve tarihe ibret verici bir not daha düşmüş olacağız. (HA/AS)