Artık duymayan kalmamıştır. Avusturya’nın başkenti Viyana’da, Sezession binasının yakınlarındaki Kunsthalle çağdaş sanat sergi sarayının önünde, 9 Kasım 2007 tarihinde sergilenmeye başlanan Olaf Metzel'in Turkish Delight ("Lokum") adlı bronz heykeli gerek Avusturya’da yaşayan Türklerin ve gerekse Türkiye basınının tepkisini üzerine çekmiş, sonunda heykelin bilinmeyen kişilerce kaidesinden sökülmesiyle olay –hiç olmazsa şimdilik– kapanmıştır.
Bilindiği gibi heykel, başındaki İslami örtü haricinde çırılçıplak olan genç bir kadını temsil etmektedir. "Türban"lı başıyla çıplak vücudu arasındaki çarpıcı tezat, birçoklarının bu heykeli Müslüman-Türk kadınının iffetine, giderek bizatihi İslam dinine ve Türk milletine yönelik bir saldırı olarak yorumlamasına yol açmıştır. Gerçi "Müslüman-Türk kadını" gibi soyutlamaların geçerliliği tartışılabilir, ama o bir yana, sanat değeri asla yadsınamayacak olan bu eserin eleştirilecek yanları gerçekten de yok değildir. Yalnız bu eleştirilerin anlamlı bir bağlama oturtulabilmesi için asgari bir tarih bilgisi gerekmektedir ki, bugüne kadar okuduğum yazılarda böyle bir bilginin izine pek rastlamadığımı söylemeliyim. Elinizdeki makalenin amacı, heykelin arka planını çok kısaca ve ana hatlarıyla sunmaktır.
Motif orijinal değil...
Eserin en çok dikkat çeken –ve tepki yaratan– özelliği üzerinde durmakla başlayalım işe: Çıplak bir beden üzerinde örtülü bir baş. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, bu motif asla orijinal değildir. Hatta orijinallikten o kadar uzaktır ki, sanatçının bu kadar eski, bu kadar köhneleşmiş bir klişeye başvurmuş olmasını pekala eleştiri konusu edebiliriz. Örneğin, aynı kalıplaşmış motifler bundan 80-90 yıl önce bini bir paraya alınıp satılan kartpostallarda tepe tepe kullanılmış (bkz. Malek Alloula, Le harem colonial [Sömürge Haremi], Garance, 1981), XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. yüzyılın başlarında yayınlanan kadın konulu birçok sözde bilimsel kitapta Arap veya Türk, kısacası Müslüman kadınlar benzer şekillerde temsil edilmiştir. Yani başı örtülü çıplak Müslüman kadın motifinin Avrupa’nın kitle kültüründe epey uzun bir tarihi vardır.
Peki söz konusu motif niçin bu kadar yaygındır acaba? Elbette nedenlerin kimisi son derece pratik nitelikte olmalıdır. Örneğin, bir yandan birtakım çıplak kadınlar teşhir edilirken, bir yandan da o kadınların belirli bölgesel, ulusal ya da dinsel kimliklerle tüketiciye sunulması aslında birbiriyle çelişen iki amaçtır. Çünki kadınlar üzerlerindeki giysilerden arınınca kimlikleri de büyük ölçüde muğlaklaşır. (Gerçi bu belki de benim taksiratımdandır. Ne demiş Hubânnâme’de Enderunlu Fazıl Bey? “Öyle bu bâbda var idmânım/ Kuvve-i müdrike-i irfânım/ Yani hamâmda görsem bir yâr/ Bî-tekellüm bilürem kangi diyâr”. Defter-i Aşk [Hubânnâme, Zenânnâme, Şevkengîz], Dârü’t-tıba’âti’l-âmire, İstanbul, 1253, s. 25. Herhalde benim bu babda idmanım yetersiz olsa gerek!) Başlık, kadının çıplaklığını hiçbir şekilde örtmeden kimliğini belirtebilen pek az nesneden biri olduğundan (bilezik, gerdanlık, yahut kadını çevreleyen ev eşyalarının yanı sıra) bir kimlik işareti olarak kullanılmıştır bazı resimlerde.
Kaygı yüzü saklamak...
Ama yalnız resimlerde rastlanmıyor bu motife. Casanova, anılarında Comte de Bonneval’ın (diğer adıyla Humbaracı Ahmet Paşa) "Türk kadınlarının en çekingen olanı bile iffetini yalnızca yüzünde taşır, örtülü olduğu sürece hiçbir şey yüzünü kızartamaz," dediğini nakleder örneğin. (Giacomo Casanova, History of My Life, çev. Willard R. Trask, Harcourt, Brace & World, New York, 1966-68, cilt 2, s. 99) Bir Alman seyyahı ise 1772 yılında Mısır’da şunları kaydetmiştir:
Anlaşılan peçe giysilerinin en önemli parçasıdır. En büyük kaygıları daima yüzlerini saklamaktır. Sık görülen bir durum, çırılçıplak yakalandıkları zaman kadınların anında yüzlerini kapamaları, ancak diğer cazibe unsurlarını örtmek yolunda herhangi bir endişe sergilememeleridir. (...) Çoğu zaman ortalıkta çırılçıplak koşuşturan ve geçerken bize bakan küçük kızlar görürdük. Ancak hiçbirinin yüzü açık değildi, tümü peçe takmıştı. ([Carsten] Niebuhr, Travels Through Arabia and Other Countries in the East, çev. Robert Heron, R. Morison Junior, Perth, 1799, cilt 1, s. 90)
Bu sözlerin kaçta kaçı gerçeklere dayanmaktadır, artık onu okurların takdirine bırakıyorum. Ama doğru iseler bile, burada Hıristiyanlıkla İslam arasında var olan temel bir farklılık söz konusu olmalıdır. Şöyle ki, birinin kendini çırılçıplak teşhir etmesi elbette İslam toplumlarında da hoş karşılanmaz ama, çıplak bedenin kendisi utanç verici veya murdar değildir; dolayısıyla, çıplak yakalanan kadının kimliğini gizlemeye, yani bedeniyle birincil kimlik belirleyicisi olan yüzü arasında bir bağlantı kurulmasını önlemeye çalışmakla yetinmesi anlaşılabilir. Öte yandan Hıristiyan Avrupa’da beden bizatihi bir kötülük ve günah kaynağı sayıldığından, yakalanan kişinin kaygısı yalnız kimliğini değil, bedenini de gizlemek olacaktır. Her neyse, konumuz bu değil.
Örtülü başlarla çıplak bedenlerin yan yana getirilmesinin ardındaki bir diğer etmen de, soyulan Müslüman kadını motifinin, –adını koyalım– Batı emperyalizminin sömürgeci ve yenisömürgeci politikaları için uygun bir mecaz teşkil etmesidir. Atatürk Türkiye’sinde ve Rıza Şah İran’ında olduğu gibi Fransız işgali altındaki Cezayir’de de kadınları başörtülerini çıkartmağa zorlamak, siyasal iktidar için bir başarı ölçütü sayılmıştır. (Bkz. Frantz Fanon, “L’Algérie se dévoile” [Cezayir Peçesini Açıyor], 1959) Ancak bu resimlerde durumun tersyüz edildiğini, başlar örtülü kalırken bu kez kadınların bedenlerinin bütün çıplaklıklarıyla gözler önüne serildiğini görüyoruz ki, bu da ataerkil siyasi söylemde toprak fethetmekle bir kadına “sahip" olmak arasındaki özdeşliğin bir yansımasıdır. Resimler (ve de heykel) sanki "Sen başını ört istediğin kadar, bedenin benimdir," diyor Müslüman kadınlara. Gerçekten de soyma olgusu bu bağlamda bir tecavüzden başka bir şey değildir. Çünki çıplak temsil edilen kişiye soyulmak isteyip istemediği sorulmamıştır, üstelik sorulmaması eşyanın tabiatı icabı zaruridir. (Bu ve benzer konuları Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekânsallık [çev. Savaş Kılıç, Gamze Sarı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002] adlı kitabımda işledim.)
"İffetli edası her kaba bakışı geri tepiyor"
Peki, çıplaklığın tek yorumu, giyiniğin üryan üzerindeki tahakkümü müdür? Turkish Delight’ın başka yorumları olamaz mı? Olabilir tabii. Örneğin Philhellenisme (Yunan dostluğu) akımının şaheserlerinden, Hiram Powers’ın Greek Slave (Yunanlı Köle) adlı, 1844 tarihli heykelini ele alalım. Amerika’yı 1847-48 yıllarında dolaştığında yaklaşık yüz bin kişinin bilet parası ödeyerek bu heykeli ziyaret etmiş olması, önemini ve popülerliğini kanıtlamağa yeter de artar. Ancak Victoria püritenliğinin Amerikan toplumunu kasıp kavurduğu, çıplak resim ve heykellerin acımasızca eleştirildiği bir dönemde birtakım burjuvanın çoluk çocuğuyla birlikte bu heykeli görmeye gitmesi en azından şaşırtıcıdır. Gerçekten de heykelin çıplaklığı dönemin yayınlarında tümüyle cinsellikten arındırılmış, hatta neredeyse kutsanmış, kendisine ahlaki boyutlar isnat edilmiştir. Örneğin, o yıllarda H.S.C. imzasıyla The Knickerbocker Magazine’de çıkan bir şiirde şöyle deniyordu:
"Çıplak, fakat ismet kuşanmış, dimdik duruyor/ Ve bir miğfer gibi yansıtıyor güneşin sıcak ışınlarını,/ İffetli edası her kaba bakışı geri tepiyor./ Özündeki saflık ruhu kutsallığa hürmetsiz ellerin/ Temasından azad olmayı talep ediyor,/ Ve halisane düşüncelerin biatını..." (Powers’ Statue of the Greek Slave, Exhibiting at the Pennsylvania Academy of Fine Arts, T.K. and P.G. Collins, Philadelphia, 1848, s. 19)
İşin ilginç yanı, Powers’ın kamuoyunu bu yönde etkilemek için heykelin her sergilenişinde bir broşür bastırarak genç kadının çıplaklığını nasıl yorumlamaları gerektiğini seyircilere telkin etmiş olmasıdır. Metzel böyle bir şey yapmadığı için, Turkish Delight’ın çıplaklığıyla ne ifade etmek istediğini bilemiyoruz. Gerçi heykelin getirdiği tepkiler üzerine röportajlarda birkaç söz söylemiştir ama, bunların ne dereceye kadar tükürdüğünü yalamak kabîlinden söylendiği sorusu cevapsız kalıyor bu aşamada.
Kadınlar neden hep simge?
Gazetelerde çıkan yazılarda hep başörtüsünün Müslüman-Türk olarak belirlediği kadının çıplaklığı eleştirildi durdu, ama olay bundan ibaret değil elbette. Başörtüsüne sadece bir etiket gözüyle bakmak, yani çıplaklığı teşhir edilen kadının Müslüman-Türk olduğunu haber vermekten başka bir işlevi olmadığını iddia etmek meseleyi fazlasıyla basite indirgemek olur. Bilindiği gibi son on-on beş yılda kültür savaşlarının cereyan ettiği meydanlardan biri olmuştur başörtüsü. Üstelik bu yalnız Türkiye’de değil, Avrupa’da da böyle olmuştur. Başta Fransa olmak üzere Müslümanların yoğun bulunduğu birkaç ülkede başörtüsünün yasaklanması gündeme gelmiş, hatta kimisinde bu kanunlaşmıştır. Dolayısıyla başörtüsü Metzel’in heykelinde bir etiketten ibaret olmayabilir. Bu bir.
Sonra çıplaklık olgusunu basit bir ikilik (çıplak-giyinik) olarak görmemek gerekiyor. Heykelin temsil ettiği kadın, bir Playboy modeli olmaktan epey uzaktır. Hafif sarkıklığı, hafif göbekliliğiyle bu bir silikon ve aerobik harikası değil, mütevazı orantılı bir "sokaktaki kadın"dır. Yani bugünkü Batı’da geçerli olan erotizm kıstaslarından hayli farklı bir görünüm arz etmektedir. Eğer Metzel’in amacı şarkiyatçı fantezilere uygun bir “harem güzeli” yaratmak olsaydı, Ingres yahut Gérome üslubunda bundan çok farklı bir kadın koyardı ortaya. Bu iki.
Peki, o halde Metzel bu heykeliyle ne ifade etmek istemiş? Bilmiyorum. O kadar merak ettiğimi de söyleyemem. Belki bir özgürlük alegorisidir bu, belki şarkiyatçılığın bir parodisi. Belki İslam dinine mal edilen kadın imgesini eleştiriyordur, belki de kendi vatandaşlarının Müslüman kadınlara bakışını. Turkish Delight belki Delacroix’nın La liberté guidant le peuple (Halka Rehberlik Eden Hürriyet, 1830) resmine daha yakındır, belki de Ingres’in Odalisque à l’esclave (Odalık ve Kölesi, 1858) tablosuna. Bir sanatçının eserini yaratırken düşündükleri ruhbilim dalının kapsamına girer, kültür kuramının değil. Ben daha ziyade şu soruyu sormak istiyorum: Ataerkil kültürde kadınlar neden hep birer simge olmağa mahkum edilir?
Görüntüleri yahut imgeleri kendileri dışında cereyan eden tartışmalarda silah olarak kullanılan kadınlar bundan nasıl etkilenir?
Tecavüz motifinin uluslararası mücadelelerde araçsallaştırılması konusunda bir feminist yazar şöyle demiştir:
Bir ulusun yahut devletin uğradığı zilletin tecavüz mecazıyla temsil edilmesi, (...) gerçek kadınların ırzına geçilmesiyle siyasi saldırı yahut mağlubiyet rezaletini birbirine karıştırır, ve bu süreç içerisinde kadın hakları ve ıstırabı bir ataerkil iktidar mücadelesi tarafından sahiplenilir. Ulusu yahut ülkeyi sevilen bir kadının bedeni olarak erotikleştirmek, cinsel tehlikenin hudutların aşılması ve korunmasıyla özdeşleştirilmesini getirir. (...) Hudutların denetlenmesiyse kolayca kadın bedeninin ve hareketlerinin denetlenmesi haline gelir. (Jan Jindy Pettman, Worlding Women: A Feminist International Politics, Allen & Unwin, St Leonards, 1996, s. 49, 51)
Metzel'in amaçladığının tam aksi oldu
Benim bu sözlerden anladığım şudur: Metzel bu heykelini yaparken Müslüman-Türk kadını küçük düşürmeyi, İslamiyete yahut Türklüğe hakaret etmeyi değil de, Müslüman-Türk kadının kalbinde yatan ve bastırılması asla mümkün olmayan özgür ruhu temsil etmeyi amaçlamış olsa dahi, böyle bir simgeyi tedavüle sokarak ataerkil söylemi yeniden üretmiş, neticede gerek Batı, gerekse Müslüman-Türk toplumlarında kadının statüsüne ve eşitlik mücadelesine bir darbe indirmiştir. Çünki kadın bedenini iki erkek grubu arasındaki bir yarışmanın ödülü olarak sunmak, kaçınılmaz olarak bu iki grubun da “mallarını” korumağa yönelik önlemler almasına neden olacaktır. Yani eğer Metzel, Müslüman kadınların başlarını örtmek mecburiyetinden kurtulması gibi bir gayeyle bu heykeli oluşturmuşsa, sanırım istediğinin tam aksini gerçekleştirmiştir.
Bütün bunlar, heykelin sanat değerini azaltmaz. Shakespeare’in Venedikli Tüccar’ında Yahudi aleyhtarlığı olduğu, yahut Othello’su ırkçılık barındırdığı için bu tiyatro şaheserlerini sanat değerinden yoksun addetmek kimsenin aklına gelmez. Üstelik hiçbir sanatçı angaje olmağa, şu veya bu davanın mücahitliğini üstlenmeye zorlanamaz, zorlanmamalıdır. Ama böyle bir isteğin sanatçının içinden gelmesini arzu etmek, uzun ve habis bir geçmişi olan bir motifi yeniden üretmemeyi seçmesini bir aydın olarak kendisinden beklemek de doğal hakkımızdır. Şüphesiz bir sanat eserinin sansürlenmesini talep etmek, yahut gidip onu tahrip etmek hiçbir şekilde mazur görülemez. Bununla birlikte, bir sanatçıyı yaptığı isabetsiz seçimlerden dolayı eleştirmek ve kınamak elbette mümkün ve hatta gereklidir. Tıpkı Laz fıkraları gibi, burada söz konusu olan motif de tekrarlandığı ölçüde devamlılık kazanır. Turkish Delight, sorunlu bir tarihçesi olan bir motifi yeniden ürettiği için eleştirilmeye müstahaktır. Yoksa Müslüman-Türk kadının namusuna leke sürdüğü için değil.
* Bu yazı Virgül'ün Şubat sayısında (115. sayı) yayımlandı.