Fotoğraf: Olya Kobruseva, Pexels
Kadın Yazarlar Derneği’nin 4. Kadın Öyküleri Projesi olan Mektuplarla Kadın Öyküleri, COVID-19 pandemisi atlatıldıktan sonra (her ne kadar tam olarak atlatılmadı ise de) dernek üyelerinin özverili çalışmaları sayesinde ilk baskısını yaptı. (Bassaray Yayınları, Mayıs 2022)
Sevgi Çifter’in sunuş yazısında da belirttiği gibi, haberleşme aracı olarak ortaya çıkan mektubun edebi bir tür haline gelişi 19.yüzyılda Avrupa’da gerçekleşiyor. Kadın mektuplarının tarihiyse çok eskilere dayanıyor. Eski Mezopotamya ve Anadolu’da bu konuda çağdaş araştırmalar yapıldığını öğreniyoruz. Kadınların tarih boyunca ezilmiş oldukları sonucuna varılmasında, belge niteliğindeki mektupların önemli bir rolü olsa gerek. Mektuplarla Kadın Öyküleri, bu bağlamda da dikkat çekici bir seçki olmuş.
Seçkide yer alan öykü yazarları eğitimli, meslek sahibi kadınlar ve yaş ortalaması 60 civarında. Öyküleri edebi tat alarak okutansa cinsiyetten bağımsız olarak yazarları; hele onların günlük tutma alışkanlığının yaygın olmadığı toplumumuzda yetiştikleri düşünülecek olursa bu az buz bir başarı değil; hani ne derler, her birinde “yazar kumaşı” var. Herkes bilir ki, zaten bu olmazsa o öyküler okunmaz.
Kadınların birbirlerine yazdıkları bu mektuplar için ‘ben anlatıcı’nın iç dünyasına ayna tutuyor, diyebiliriz. Kurmaca geri planda kalıyor; yaşamın gerçekliği bir mücadele alanı olarak beliriyor. Peki, anlatılanlar ki bazıları travmatik yaşantılarla yüklü; kişisel yakınmalara indirgenebilir mi? Bireysel duygular içinde anlaşılamamak, ilgisizlik, sevgisizlik önemli bir yere sahip. Ama öykü kişisi, dış dünyayla etkileşim halinde olduğundan hem kendisiyle hem de toplumla yüzleşmesi kaçınılmaz. Dolayısıyla yakınmaları, içinde büyüdüğü muhafazakâr topluma da ayna tutuyor.
Dış gerçekliğe dayanabilmekse kolay değil. Ben anlatıcı, yazgısıyla savaşırken dur durak bilmiyor. Ergenlik çağı, regl, bekaret, annesinin sözünü dinlemeyen kızlar, ilk gece korkusu, baba dayağından koca dayağına geçiş, erkek tarafının oğlan çocuk beklentisi, babasının yetiştirdiği, kadınlığını bilememiş erkek gibi kız, “Dona’lıktan Döne’liğe”, beterin beteri ensest ve çocuk istismarı; “derdi büyük” kız, annesine ‘bana akıl ver’ diyor; oysa annesi en son akıl danışılacak kişi: Körpecik kızını, içine korku saldığını bile bile ‘kadınlık durumu’na hazırlamış çünkü. Ama kendisi de ortak ezilmişliğin dışında eş ve anne olmaktan başka kimdir ki? Erkeklerle eşit koşullarda yaşayabilmiş midir? İnsanlık “mankind” ile tanımlanırken “İnsanım ben” diyebilmiş midir? Ya aşk! O insani duygu da eşitsizlikten payını almıyor mu? (Koşullardan bağımsız aşkı ara ki bulasın.) Babaya, kocaya kinayeli; anneye sitem dolu mektupları yazdıran nedenlerin kaynağı aynı değil midir? Hem toplumsal cinsiyet yanılsamasının mağdurları yalnızca kadınlar mıdır? Erkekler? Cinsel yönelimi farklı olanlar? Toplumsal bellek, burada da ataerkil düzenin mekanizmalarını yansıtıyor.
Öykülerin bazıları, kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin, öykü kişisi kadınlar tarafından bilinçli bir biçimde kavrandığını sezdirir nitelikte. Eve kapatılmışlıktan kurtulup kendi geçimini sağlamaya ahdetmiş olanlar… En zoru da bu olmalı. Yakın çevresindekilerin sahip çıktıkları yerleşik anlayışa, değerlere, ritüellere karşı çıkmak; hele de heteroseksüelliğin tüm kadınları kapsamadığını savunmak, Don Kişot’un değirmenlerle savaşması gibi. Böyle bir ortamda kendini var edebilmek hiç de kolay değildir. Güçlü bir irade ve direnç ister. Başka seçeneği olmayansa kendisine biçilen role çaresiz boyun eğecektir.
Kadının toplum içindeki rolüne cesaretle açıklık getirilen öykülerde, erkekten farklı olarak kendi cinselliği üzerinde söz sahibi olmadığının altı çiziliyor.
Seçki, ağırlıklı olarak kadınla ilgili izlekleri içermekle birlikte aralarında farklı olanlar da var; sözgelimi kadınlar ve erkekler olarak, ‘kırmak- kırılmak’tan ne anladığımız sorgulanıyor. Bireysel ve toplumsal varoluşlarımızı neden özgürce gerçekleştiremiyoruz, sorusuna yanıt aranıyor.
Denilebilir ki, ortalama kadın deneyimiyle, kadın mücadelesi sırasında edinilmiş olan birbirinden farklıdır. Mektuplardaki salt deneyime dayalı bilgilerin, toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamaya yetmeyeceği konusunda doğruluk payı olabilir. Nitekim kadın hareketleri sayesinde bilinen toplumlardaki erkek egemen tahakkümün farkına varılması, toplumun bekası için kadının hem bedeninin hem de emeğinin sömürüldüğü gerçeğinin ortaya çıkarılmasından sonra yaşanan toplumsal değişim, edebiyat dünyasına da yansımıştır. Ancak teknolojinin günümüzdeki kadar gelişmiş olmadığı dönemlerde yazılmış olan gerek kadın mektupları gerekse bunların edebi türde olanları, araştırmalar için önemli bir kaynak olagelmişlerdir. Kadın deneyimiyle sınırlı olanlarda, yazanın iç dünyası içtenlikle gözler önüne serilirken hangi motivasyonla hareket ettiği, duygu ve düşünce dünyasının derinliği, çevresiyle ilişkileri gibi pek çok ayrıntıyı keşfetmek de okura düşer. Eğer yazan, tepkisel ve dirençli bir kişiliğe sahipse, hitap ettiği kadınlara/ okurlara örnek oluşturması olasıdır; öte yandan ayrıntılarda gizli kalan, içinde bulunduğu olumsuz ruh hallerine yol açan etkenlerin - aile, okul, hukuk v.b. kurumlar - toplumsal niteliği de okur tarafından açığa çıkarılmayı bekler. Demek ki gerek mektuplar gerekse edebi türden olanları - ki bunlar edebiyat araştırmalarında da yer alırlar - her halûkarda belge niteliği taşırlar. Tersi durumda araştırma konusu yapılmazlardı.
Seçkideki öykülerin, gerçek yaşamdan esinlenerek yazılmış olması, edinilen deneyimlerin içeriden gözlemlenerek yansıtılması, hiç tartışmasız okurun kadın sorunlarına ilgisini artıracaktır. Öykülerden her birinin okurla kolaylıkla etkileşim sağlayabilme gücüyse, gündelik dille, edebi dilin dengeli kullanımından geliyor kanımca.
Sonuç olarak, genç kuşak için zihin açıcı, geride üzerinde düşünülecek sorular bırakan bir okuma deneyimi sunuyor seçki; merakla ve zevkle okunuyor; mizah da eksik değil. Projeye öyküleriyle katılan yazarların ve projede yer alan herkesin eline emeğine sağlık. (TT/AS)