Siri: Hukuk sisteminizden mesajınız var!
Okuyayım mı?
Hukuk sistemi, en genel itibariyle söylenecek olursa, muhatapları için bir mesajlar bütünüdür. Muhataplar, hukuk sisteminin çatısı altında konumlananlar, yani yurttaşlardır.
Yurttaşlar, bu mesajlar aracılığıyla hem kendi davranışlarını düzenler hem davranışlarından sorumlu hale gelir ve böylelikle hesap verebilir. Diğer mesajlardan ayırt edici niteliği, hukuk sisteminin mesajlarının gözden kaçırılamaz yapısı ve bağlayıcılığıdır; yurttaşlar arası, yani toplumsal ilişkileri düzenleyen bu mesajlardan “bilmiyordum” savıyla kaçınmak olanaksızdır.
Bunun sorumluluğu sadece mesajın alıcılarında değildir; mesajlar açık ve anlaşılır da olmalıdır. Hukuk sisteminin temel misyonu da bu mesajları açık ve anlaşılır hale getirmek; işlerliklerini sağlamaktır.
Peki bizim payımıza düşen mesajlar… Açık ve anlaşılır mı?
Bence evet! Ama…
Tarih 23 Eylül 2024… İremşan adlı bir kadın, İstanbul’un en işlek yeri olan Beyoğlu’nda yürümekteyken onu takip eden Ömer ve Semir adlı iki erkeğin saldırısına uğrar. Saldırganlardan biri kadını köşeye sıkıştırır. Sarılmaya, öpmeye çalışır. Diğerinin bakışları arasında saldırganlar kadını yere yatırır.
O sırada, muhtemelen yakındaki eğlence mekanının güvenlikleri olaya müdahil olur. Saldırganlar hemen toparlanır ve olay yerinden uzaklaşırlar… Saldırganlar tutuklandılar. Yakın zamanda karar açıklandı: Bir saldırgan 9, diğeri 7 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Mahkeme, sanıkların tutuklu geçirdikleri süreyi dikkate alarak her ikisini de tahliye etti.
Tarih 1 Aralık 2025… Milli Eğitim Bakanlığı’nın İstanbul’da düzenlediği Mesleki Eğitim Zirvesi (MESEM) programı sırasında protesto gerçekleştiren 16 öğrenci ve Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası’ndan 4 öğretmen gözaltına alınır. İSİG, yani İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin açıklamalarına göre 85 çocuk, işçi olarak, hayatını kaybetmiş. Protestonun nedeni bu yani 85 çocuğun “işçi” olması ve 85 çocuğun ölmesi! Bu protesto nedeniyle günün sonunda 16 öğrenci tutuklandı.
Bu iki örneği neden aldım? İki olayın da arka planına birçok farklı örneği yerleştirmek mümkün. Bu iki örneği alma sebebim Mahir Akkoyun’un (Mahirgra) olaya dair yapmış olduğu bir paylaşım: Dün ve Bugün…

Bu görsel başlı başına çok şey anlatıyor. Sokakta yürüyen bir kadına saldırıda bulunmak, yoldan geçen birini bıçaklamak, aracında seyir halindeyken birini ölümle karşı karşıya bırakmak… Bunlar, bir şekilde, affedilebilir eylemler olarak görülürken anayasal haklardan biri olan “gösteri ve protesto” yapmak, caydırıcı gözüken cezalarla ödüllendirilebiliyor.
Hukuk sisteminin mesajlarının açık ve anlaşılır olması gerektiğinden bahsetmiş ve eklemiştim, bizim hukuk sistemimiz de açık ve anlaşılır mesajlar veriyor. Ama… Mesajların açık ve anlaşılır olması, onların “doğru” ve hatta “hukuki” olduğu anlamına gelir mi?
Yazıyı örnekleri çoğaltarak uzatmak, bu konuyu uzun uzun tartışmak olanaklı ve de anlamlı ama şimdilik sadece soru sormayı tercih ediyorum. Bununla amacım, soru üzerine “birlikte düşünme”nin daha kıymetli olduğunu düşünmem.
Hukuk sistemimiz kısa mesajlarla hayatımıza her gün etkide bulunuyor. Bu mesajları almamazlık yapamayız. Ancak bu mesajlar karşısında sadece “alıcı” mıyız? Hukuk, kendisine cevap veremeyeceğimiz bir operatör hattı mı? Onunla “iletişim” kuramaz mıyız?
Toplumsal ilişkileri düzenleme iddiasındaki hukuk sisteminin kaynağında, onun düzenleme iddiasında olduğu toplumsal ilişkiler yok mudur? Bizim nasıl bir hukuk sistemi içinde yaşamak istiyor oluşumuz önemsiz midir? Hukuk, değişmez kurallar bütünü müdür? Eğer değişen bir sistemse ne yapmak gerekmektedir?
Hukuk sisteminin belirsiz ve çifte standartlı mesajlar yığını içerisinde kalan yurttaşlar, yani bizler açısından soruların ve sorunların aşılamaz gözükmesini çok iyi anlamakla beraber şu soruyla bitirmek istiyorum: Acaba okunması istenilen “kısa mesaj” tam olarak şumu: Hiçbir şey değiştiremezsin!
Bu mesajı okuyup okumamak bir seçenek değil. Ama kabullenip kabullenmemek, üzerine düşünüp düşünmemek, tartışıp tartışmamak… bir seçenek.
Mesajları ve seçeneklerin arka planına bir yolculuk yapmak istersek karşımıza ne çıkar?
Modern Devlet!
Modern devleti “modern” kılan; onun “egemenlik” kavramı üzerinden ve “egemenlik”in de yeryüzünde gerçekleşen “mutlak güç” şeklinde tasvir edilmesi ve anlaşılmasıdır. Modern-öncesi devleti “Tanrı” ile sınırlandırılan ve bölünmüş egemenliği devletin tekeline alınmıştır.
Modern devlet öncesi dönemde kilisenin politika sahnesinde güçlenmesi hem politikanın hem kilisenin güçten düşmesini beraberinde getirmiştir. Dante’nin İlahi Komedya’sında tasvir edilen Cehennem’in misafirlerinin çoğunlukla Papa, kardinal ve din yetkililerinden oluşması da bunun çarpıcı bir gösterimini sunmaktadır. Kilisenin ve kilise nezdinde dindeki yozlaşmanın çıktıları çeşitli sonuçları doğurmuştur. Bunlardan biri dinde reform, diğeri politik alanda bağımsızlaşma ve laikleşme hareketleridir.
Machiavelli’nin “Prens”inde köklerini bulan “modern devlet”, Jean Bodin’in “bölünmez, sürekli ve mutlak” olarak yaptığı “egemenlik” tanımıyla kavramsal olarak sağlam bir zemin bulur ve özellikle de Hobbes’un Leviathan’ında günümüzde de izi sürülebilen sözleşmeyle ortaya çıkan ve insanların birbirlerinin kurdu olduğu “doğal durum” halini ortadan kaldıran devlet anlayışıyla şekillenir.
Bu düşünce hattının izleğinde birçok filozof yer almaktadır. Ancak yazının sınırlılığı ve bağlamı gereğince bu uzun atlamanın bizi getirdiği yer modern devlet ve egemenlik anlayışının kavranması ve anlaşılmasında katkıları yadsınamayacak bir isim olan Carl Schmitt olacaktır.
Egemenlik ve hukuk arasındaki ilişki, karşılıklı bir ilişkidir. Bundan kasıt şudur: Egemenlik hukuku, hukuk da egemenliği somutlaştırır. Bu bağlamda Troper’in Hukuk Felsefesi çalışmasında öne sürdüğü soru açıklayıcıdır: “Hırsızın emriyle vergi tahsildarının emri arasındaki fark nedir?”
Hırsız da vergi tahsildarı da bizim olan bir şeyi vermemizi ister ve biz de bu istek karşısında boyun eğebilir veya direnebiliriz. Ancak her iki farklı kişiye karşı alacağımız iki farklı tavır aynı sonuçları doğurmaz. Biri bizim olanı “hukuki” olarak diğeriyse “hukuk-dışı” bir yolla elde etmek ister; birine karşı direnişimiz nefsi müdafaa olarak düşünülebilirken diğerine karşı direnişimiz yasaları çiğnemek olarak algılanacaktır. Bu da, “Devlet, sadece kurgusal bir şey midir?” sorusuna dair kestirme yoldan bir cevap elde etmemizi sağlar.
Devlet ya da egemenlik, hukuksal yapısıyla somutlaşır. Bununla birlikte, hukuk, kendisinden hareketle meşruluğunu sağlayamaz. Egemenlik ve hukuk arasındaki dinamik ilişki burada kendisini göstermektedir: Hukuk egemeni yaratmaz, hukuku yaratan egemendir ve bu nedenledir ki egemen, hukukun sınırları içerisine hapsedilemez. Hukuk, egemenliğin rasyonel gerekçelerinin ve meşruluğunun zeminini oluştursa da egemenlik sınırın belirleyicisi konumundadır.
Bu, kuşkusuz, belirli bir tavrın egemenlik ve hukuk arasındaki ilişkinin yaklaşımını ortaya çıkarmaktadır. Bu yaklaşım en güzel karşılığı kendisini Carl Schmitt’in “Egemen, olağanüstü hale karar verendir” yaklaşımında ortaya koymaktadır. Modern anayasal gelişim ile egemenliğin ilişkisi, bir çatışma ilişkisidir. Egemenlik, anayasa ile sınırlandırılması gerekendir. Peki bu olanaklı mıdır? Sınırlandırılmış bir egemen, “egemen” midir?
Özellikle liberal yaklaşımların egemenliği sınırlandırıcı anayasal kavrayışlarına karşı Schmitt’in egemenlik analizi “değerler”e değil somut duruma odaklanmaktadır. Schmitt, olağanüstü hale karar veren egemeni, ilk olarak, “karar veren”dir. Onun varoluşsal ve temel kararı ise “dost” ve “düşman”dır. Schmitt, bu nedenle, politik olanı kavrarken bunu “çatışma” fikri üzerine kurar. Schmitt için "politik olan", ahlaki, estetik veya ekonomik ayrımlardan farklı olarak, “varoluşsal”dır ve bu nedenle dost-düşman ayrımına dayanır.
Düşman, kişisel olarak nefret edilen rakip değil, varlığıyla bizim yaşam biçimimize yönelik bir tehdit oluşturan kamusal "öteki, yabancı"dır. Bu çerçeveyi başlangıçtaki iki örneğimize uyguladığımızda, hukuk sisteminin tepkisi, devletin gerçek düşman olarak kimi gördüğünü ortaya koyar. Burada dost-düşman ayrımının “savaş” formundaki haline değil “iç politika”daki yansımalarına odaklandığımız göz ardı edilmemelidir. Savaşla sonuçlanmayan ve sonuçlanamayacak olan dost ve düşman ayrımı iç politikayı belirlemektedir. Bu bağlamda, dost ve düşmanın tanımlanışı hukuk yoluyla belirlenir ve hukuki uygulamalarla hayata geçirilir.
Saldırganların eylemi, belirli bir yasayı ihlal etmektedir. Onlar, sistemin kendi iç mantığı dahilinde ele almaktadır (ya da almamaktadır); bu nedenle eylemleri ne kadar şiddet içerikli olursa olsun, eylemleri, mevcut politik düzenin temellerine yönelik bir meydan okuma olarak kodlanmamaktadır.
Onlar sistemin düşmanı değil, sadece belirli kuralları ihlal eden bireylerdir. Buna karşılık, protestocu öğrencilerin anayasal haklarını kullanmaları, devlete göre farklı bir anlama bürünmektedir. Çocuk işçilerin ölümünü gündeme getirerek sistemin meşruiyetini ve adaletini sorgulamaları, tekil bir yasayı ihlal etmenin ötesinde, düzenin temelini oluşturan kurucu ilkeye yönelik bir meydan okuma olarak algılanmaktadır.
Devlet için asıl tehlike, belirli bir yasanın ihlali değil, düzenin sorgulanmasıdır. İşte bu nedenle, şiddet suçu işleyenler normal hukuki sürecin bir parçasıyken, protestocular politik ve varoluşsal bir tehdit, yani "düşman" olarak konumlandırılır.
Günümüzde sıklıkla karşılaşılan ve birçok örnekle sınıflandırılıp desteklenebilecek bu ayrımlaşmada, egemenliğin “mikro-olağanüstühaller” aracılığıyla düzenin işleyişini sağlamlaştırmak adına süreğen ve de olağanlaşan olağanüstühaller yarattığı görülebilmektedir. Yurttaşları ve yurttaşlararası ilişkileri yapılandıran, düzenleyen, belirleyen hukukun bu işleyişi, hukukun yurttaşlarla olan ilişkisini zedelemektedir.
Çünkü mikro-olağanüstühaller ve mikro-düşmanlar üzerinden gelişen süreç, kendini “yurttaş” olarak tanımlayanların aslında “yurttaş-hukukuna” değil “düşman-hukukuna” tabii olduklarını deneyimledikleri bir süreci beraberinde getirmektedir.
Burada “düşman-yurttaşlar” gibi yeni ve varoluşsal bakımdan mevcut hukuk sistemi içerisinde “eşit” olarak konumlandırılmayan bireyler ve gruplar ortaya çıkmaktadır. Schmitt’in teorisine göre egemenliği güçlendiren şey, mevcut pratiğin gösterdiği üzere egemenliğin altını oymaktadır. Mikro-düşmanlar ve mikro-olağanüstühallerin süreğenleşmeleriyle birlikte olağan hale gelmeleri, egemenliğin üzerine inşa edildiği yapının içini boşaltmakta, ona derinden zarar vermektedir.
Schmitt’in perspektifinden bakıldığında egemen, “egemensiz bir hukuk boştur” sözünü öne çıkarmaktaysa da “hukuksuz bir egemenin kör olduğu” kendisini olağanlaşmış olağanüstühaller yaşantısında kendisini göstermektedir.
Her yurttaşın potansiyel düşman olabileceği bir egemenlik içerisinde tehdit altında olan sadece “yurttaşlık” değil, aynı zamanda bizatihi “egemenlik”tir.
(BS/EMK)


