Geçtiğimiz haftalarda “Fazla Değil, Yeterince İyi Ebeveynlik” üzerine yazdığım yazının ardından, bu sefer aile eğitiminin değil, okul eğitiminin “yeterince” iyiliği üzerine kafa yormaya başladım. Aileler çocuklarını cam fanustan çıkarsınlar, doğal olsunlar, tüm hayatı çocuklarının etrafında döndürmesinler ve çocuklarının hayatı deneyimlemelerine, kendilerini keşfetmelerine, hayata dair adaptasyon becerilerini geliştirmelerine izin versinler derken, hayatlarının çoğunu okullarda “iyi eğitim” alma maksadıyla geçiren çocuklar başka bir fanusun içinde ve hayattan kopuk olarak yaşamaya devam ediyorlar.
Okulların kapanmasına yakın şu günlerde özel okullarda alıp başını giden ama nereye gittiği meçhul olan bir telaş var. Velilere- ki bence doğru kelime velinimet olmalı- kendilerini beğendirme telaşı ve önümüzdeki yeni eğitim-öğretim yılına hazırlık. Harıl harıl okul tanıtım günleri organize ediliyor. Ve bu günlerde okullarının ne kadar başarılı öğrenciler yetiştirdiklerinden, sınavlarda nasıl derece elde ettiklerinden, kültür, sanat, spor alanlarında nasıl da aktif olduklarından bahsediyorlar. Kocaman gülümseyen yüzlerle karşılayıp, hoş ikramlarla ağırlıyorlar velinimetlerini. En kaliteli defter, broşür, kalemlerden oluşan dosyalar hediye ediyorlar. Bazı okullarda eğer veli ikna edilirse bir sonraki aşama olan “öğrenci tanıma çalışması” başlığı altında, öğrencinin akademik becerileri, zeka düzeyi anlaşılmaya çalışılıyor. Çünkü bir öğrenciyi tanımak ne yazık ki zekaya ve akademik becerilere indirgenmiş durumda. Öğrencinin kişilik özellikleri, ilgi duyduğu alanları, beklentileri, hayalleri pek de dikkate alınmıyor çünkü bunlar pek de karın doyurmuyor(!). Çocuk, okula başladığında ise yine suya sabuna dokunmasına izin verilmeyen, aşırı korumacı bir yaklaşımın benimsendiği, akademik başarı odaklı, çocuğun kendisini keşfetmesini, hata yapmasını engelleyen mükemmeliyetçi bir sistemin içine hapsediliyor. Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi çocuklar aşırı yoğunluk, aşırı meşguliyet içinde boğuluyorlar. 8 saatlik okulun ardından, piyano kursu, gitar kursu, voleybol kursu, okul ödevleri hatta özel dersler ilk etapta aklıma gelenler...
Çocukların tek başına kalabilme kapasitelerini destekleyecek, kendi kendilerine yetebilecek bir eğitim modelinin dışında bir yaklaşım sergileniyor. Yani “yeterince” değil, aşırı bir meşguliyet hali. Olması gerekenden çok daha fazlasına maruz kalabiliyor çocuklar. Ve sonra bulundukları dünyada sonsuz ihtimalleri kovalayarak, her şeyin daha iyisine ve daha fazlasına ulaşmaya çalışarak, elinde olanı fark etmeyerek, ulaşılabilir olanı görmeyerek, sürekli kendilerine alternatifler üretilmesini bekleyerek ve can sıkıntısıyla başetme stratejileri geliştiremeyerek büyüyorlar. Ellerinde olanla yetinemeyen, duramayan, bir türlü doyuma ulaşamayan, gerçekten ne istediklerini bilemeyen, dünyayla ve kendisiyle kurduğu ilişkiyi anlamlandıramayan bireyler haline gelebiliyorlar. Bu aşırı sosyalliğin karşısında kendileriyle temaslarını yitirdikleri için, içten içe yalnızlaşabiliyorlar.
Aile veya okul çocuklara bir projeymiş gibi baktıklarında, çocuklar da her şeyde başarılı olmaları gerektiğine inanıyorlar ve bu gerçekleşmediğinde onlara derin bir başarısızlık, yetersizlik duygusu ve hayal kırıklığı eşlik edebiliyor. Halbuki çocukların kendi hızları ve merakları doğrultusunda öğrenmelerine olanak tanınsa eminim ki kendilerine dair çok farklı yönleri keşfedebilirler. Sınavlardan, ödevlerden, notlardan, tüm kategorilerden bağımsız, sonuç değil süreç odaklı bir eğitim sistemi çocukların kendileriyle ve birbirleriyle çok daha barışık, keyifli, huzurlu olabilmelerini sağlayacaktır.
Bir balığın ağaca tırmanamaması, bir kelebeğin yüzememesi veya bir köpeğin uçamaması nasıl başarısızlık değilse, çocuklara dair de başarısızlık diye nitelendirilen çoğu şey aslında bir başarısızlık değil. Fakat çocukları gerçek anlamda tanıyamayan bir eğitim sistemi matematikte, tarihte iyi olmayan veya bir enstrümanı çalamayan, resim yapamayan bir öğrenciyi çok rahatlıkla başarısız olarak nitelendirebiliyor. Ve bu başarısızlık duygusu çocukta, diğer iyi olduğu birçok şeyi göremeyecek kadar büyük bir tahribat yaratabiliyor.
Niyetim bu yazıda özel okul eleştirisi yapmak değil ancak olan bitenleri ve çocuklara etkisini şöyle bir düşünsek fena olmaz derdindeyim. Bazı özel okulların bu şekilde biçimlenmesinde ne yazık ki kangren olmuş eğitim sisteminin çok büyük bir rolü var. Devlet okulları, alternatif olduğunu iddia eden ancak alternatifliği sorgulanabilecek birtakım başka eğitim kurumlarının da içler acısı halleri ortada ne yazık ki...
Ancak en temelindeki sorunun öğrenme, öğretme, eğitim, öğretmen gibi kavramlara olan bakış açımız olduğunu düşünüyorum. Bu bakış açısını yeniden ve daha umutlu bir şekilde sorgulamamı sağlayan bir kitapla haşır neşirdim günlerdir. Kendisi Sinek Sekiz Yayınları'ndan çıkan, Ben Hewitt’in kaleme aldığı ve su gibi akan çevirisini Şule Seda Ay’ın yaptığı Okulsuz Büyümek isimli kitap. Kitabın alt başlıkları ise Okulsuz Eğitim, Kırsalda Yaşamak, Doğa ile Bağ Kurmak ve Yaşarken Öğrenmek Hakkında Sıradışı Bir Ebeveynlik Macerası. Kitabın önsözü ezberbozucu etkisiyle muazzam bir açılış yapıyor; “Öğrenmenin en çok, çocuklar hayatlarının akışından izole olduklarında gerçekleşeceğini düşünüyorlar. Öğretmenin de uzmanların işi olduğunu. Oysa çocuklar birinin onlara nasıl öğreneceklerini öğretmesine ihtiyaç duymuyor; zaten öğreniyor. Onlar için öğrenmek, nefes almak kadar doğal ve bariz. Bedenleri için gıda ne ise; çocukların ruhsal, duygusal ve entellektüel varlıkları için de öğrenmek o.”
Ben ve Penny, iki oğullarıyla birlikte çiftlikte yaşayan ve çocuklarını okulsuz büyüten bir çift. Doğayla yakın temas kurmuş, sezgilerine, gözleme önem veren, yaşayarak ve karşılıklı öğrenmeye inanan, deneyimin ve deneyimlemenin kıymetini bilen keyifli bir ebeveynlik tarzları var. “İyi ve anlam dolu bir hayatın, kültürün emrettiği eğitim basamaklarının tırmanılmasına bağlı olmadığını” savunuyorlar. Ve çocuklarının eğitim süreci hakkında şunları söylüyorlar; “Penny’le ben çocuklarımız için orada ve erişilebilir olmaya inanırız, övgüye değil. Biz desteklemek ve kolaylaştırmak için oradayız; korkutmak, teşvik ile kandırmak ya da zorla yönlendirmek için değil. Çocukların engellenemeyen merakı zaten yeterince özendirici. Öğrenme kendi kendisinin ödülü.”
Okulsuz eğitimin kolay ve hatta gelişigüzel olduğunu düşünen kişiler için de bir uyarıda bulunuyor; “Sıklıkla okulsuz eğitim veren ailelerin pek çaba harcamadığı düşünülüyor; bu bir yanlış anlaşılma. Sanılıyor ki onlar çocuklarının plansızca etrafta koşturmasına izin veriyor. Böylece de kendi günlük yaşantılarına devam ediyorlar, yani okulsuz eğitim kolay. En azından bizim ailemiz için hiçbir ifade gerçeklikten bu kadar uzak olamazdı. Bizim için okulsuz eğitim ne rahat ne de kolay çünkü önemli ölçüde düşünme ve sabır gerektiriyor. Bir de çocuklarımız için orada ve erişilebilir olmayı. Bütün ebeveynler o kadar sabırlı ve erişilebilir olmaya alışık değiller çünkü daha önce sabırlı davranmaları ve orada olmaları için onlara hiç fırsat verilmedi. İş engel oldu. Okul engel oldu. Ben sabrın ve erişilebilir olmanın bizim kaslarımız gibi olduğunu öğrendim (ve hala öğrenmeye devam ediyorum); düzenli olarak pratik yapmak ve geliştirmek gerekiyor.”
Ve okulsuz eğitimin belli bir kalıptaki bilginin keşfi ile ilgili değil, en kesintisiz şekliyle keşfetmenin kendisi üzerine olduğunu vurguluyor.
Çocuklarıyla kurdukları ilişkide doğallığın, akışkanlığın, birbirine güven duymanın ve engel olmamanın önemini şu cümlelerle özetliyor Ben Hewitt; “Hikayemin çocuklarımla yazmak istediğim kısmı; güvenin hikayesi, akışına bırakmanın, bir ebeveyn olarak sezgilerime güvenmemin. Ve bu ancak ben onlara güvenmeyi öğrenirsem sahip olabileceğim bir lüks. Güvenmek, çocuklarımızın kendi hızlarında gelişmelerine izin verebilmek için kendimize ve çocuklarımıza inanmaktır. Onlar okul kurumunun ürettiği beklentilerin gerisinde kalıyormuş gibi görünseler de çocukların eninde sonunda gelişeceklerine inanmaktır."
Kitap bitince, kafanızın karışması kuvvetle muhtemel. Bu ailenin hayatına tanıklık etmiş olmak, başka türlü olabildiğini gösteriyor bize. Ve bu naif, umutlu aile öyküsüyle adeta bir toprak kokusu duyumsuyorsunuz. Gelip geçici bir hevesten öte bir ilhamı kucaklıyorsunuz kitap bitiminde. Hayatınıza sayıp sövmek yerine başka türlü nasıl bakabileceğinizi, size göz kırpan mümkünlükleri keşfetmeye başlıyorsunuz.
Hayata dair başka mümkünlükleri görmemize vesile olan, yaşama dair motivasyonumuzu arttıran ve “sürdürülebilir yaşam kitapları” sunan Sinek Sekiz yayınlarına da teşekkür ediyorum.
Son sözü yine kitabın yazarına bırakmak istiyorum;
“Bu kitap sizi ikna etmek için yazılmadı. Kitapta anlatılanlar tek bir kişinin ve bir tek ailenin keşif notları. İlerleyen sayfalardaki hikayeler gözlem ve deneyimlere dayanıyor. Ben bu konuda uzman değilim ancak yaşayarak öğrendiğim için alaylı olduğumu söyleyebilirim. Kendi fikirlerime ve bu alandaki uzmanların görüşlerine dayanarak yazdığım her şeyin arkasındayım ancak belirtmeliyim ki ben dahil herhangi birinin doğru kabul ettiği bir şey, sizin için öyle olmayabilir. Bu sadece kendi doğamıza, içten gelen bilgeliğimize nasıl güvenmeye başladığımızı anlattığım bir hikaye. Belki sizin de güvenmenize yardımcı olur diye paylaşmak istediğim bir hikaye." (TI/HK)