* Fotoğraf: Another Brick In The Wall, Pink Floyd.
Okula başladığınız ilk günü hatırlıyor musunuz? O büyük gün. İlk kopuş. Annenin elini bırakıp bir başka yetişkinin geçici himayesine giriş. Kamusal alanın bağrına bastığı taze vatandaş olarak yaşadığımız bol acıklı bol kurallı bol uyarılı ilk deneyim. Minnacık gövdenin kurumlar arası transferinin öyküsüdür, okulun ilk günü. Hepsi bir örnek giyimli çocuk ordusu arasında hiç de öyle “biricik” olmadığımızı anladığımız hüzün dolu yüzleşme anı.
Okul, gelecekte yaka renklerine göre tanımlanacak olan nüfusun “uygulu bir çocuk” olarak yetişmesi için tasarlanan ilk düzenek. 1800ler’den günümüze kadar da yerini alacak alternatif bir eğitsel toplanma alanı oluşturulamadığı için keskin egemenliğine boyun eğdiğimiz yapı. Arada isyan edip “ben çocuğu evde eğiteceğim”cilerin de günün sonunda düzene yenik düştüğü; nesiller boyu süren yaman çelişkimizdir. Mukavemetinden sual olunmaz bir devlet dairesidir kendisi…
Evlatlarını teslim etmeden önce arkadaşlar arar sorar: Hangi okula verelim? Sence bizim çocuğa hangi okul daha uygun? Uyum sağlayabilecek mi? Bizimki okulda bambaşka biri oluyor. Sence neden? Okul yaramadı bizim çocuğa. Ne yapmak lazım? Göndermesek olmuyor. Bir görsen, bizim çocuğun o öğretmenle anlaşması mümkün değil. Ben çocuğumu tanıyorum…
Ya da tam tersi giderek daha az duymaya başladığımız olumlu dönüşler: Artık daha sosyal… Kendini ifade etmeye başladı. Akranlarıyla oyun oynamaya başladı. Gibi gibi…
Gerçek hayatın simülasyonu
Peki, minik bir gövdenin gözünden devasa bir beton yığını olarak okul neye benzer?
Oturduğu sıradan sınıf içindeki görev dağılımına, öğretmenle kurulan duygusal ilişkiden o sınıfın içinde inşa edilen sosyal statüye kadar çocuk kısacık bir zaman içinde bu mekânın, “gerçek hayatın” bir simülasyonu olduğunu kavrar. Gönüllerde yatan aslan şudur ki, herkesin bireysel varlığı ve kendi ruhsallığı o sınıfı ortak bir yaşam alanına dönüştürsün. Ne var ki, okul kimi çocuk/ergen için nefes alma alanı olurken kimisi içinse maalesef boğulma alanı olabiliyor. Peki, okul/sınıf içinde bu dinamikler nasıl şekillenir? Bu ortak yaşantılar nasıl “olumlu” hale dönüştürülebilir?
Okulun içinde sınıf ortak bir yaşam alanı olmaktan uzaklaştıkça çocuk üzerindeki dönüştürücü etkisini de yitirir. Okulda öğrencilerin birbirlerini gördükleri alanların seyrekleşmesi ve sınıf içerisinde öğretmenin görünürlüğünün azalması sınıf içindeki “ilişkiselliğin” de sekteye uğramasını beraberinde getirir. Bir mekânı yaşamsal kılan şey elbette o alandaki “ilişkiler ve ilişkiselliktir”.
Okulda öğrenci ve öğretmen dışında üçüncü kişi olarak nitelendirilen “sınıf ortamı”; Reggio Emilia’nın bahsetmiş olduğu gibi öğrenmenin ve çocuğun/ergenin öznelliğini edindiği yaşamsal bir alandır.
Okul ortamında çocukların birbirleriyle, öğretmenleriyle ve okuldaki diğer birimlerle ilişkileri ne denli silikleşir ve edilgenleşirse okul kendi doğallığı içinde (olumlu anlamda) dönüştürücü işlevini yitirir.
Öğretmen bir taşıyıcı olur
Öğretmen artık bir özne olmaktan çıkar tıpkı bir flaş disk gibi bilgi taşıyıcısı haline getir. Bu da son derece işlevsiz ve demode bir görevdir aslında. Zira her öğrencinin bilgisayarının içinde artık milyonlarca bilgi küpü öğretmen onu hazır halde ekranda beklemektedir. Deneyler, konu anlatımları milyonlarca soru çözümü ile beraber 21. yüzyılın becerileri ile donatılmış olan bireyin emrine amadedir bütün eğitim sistemi...
Artık upuzun koridorlarıyla; teknolojinin bütün nimetleri ile donatılmış laboratuvarlarıyla “ilişkiselliğin” minimize edildiği bir okul ortamından söz ediyoruz. Peki, bunun ne kötülüğü var? Tıpkı Amerikalı rap yıldızı Richard Williams’ın ortalığı kasıp kavuran meşhur videosunda okulu yargılarken söyledikleri gibi ‘tek tipleştiren’, ‘yarıştıran’, ‘zorlayan ve varoluş mücadelesi vermek zorunda kaldığımız’ okul ve eğitim sistemi çağın gerisinde... Evet, okullar birer teknoloji üssü olarak ne yazık ki ‘çağın gerisinde’…
İrili ufaklı robotların fink attığı okul koridorlarında, varoluşuna yabancılaşmış bir öğretmen, elinde yönergeyle bir makinayla baş başa bırakılmış öğrenci, günün sonunda ‘okul’ dediğimiz günah keçisini kendi malum yazgısıyla baş başa bırakmayacak mı?
Küçük bireylerin yüce ruhlarına sahip çıkmak
Tarih olmuş 2019, “minik insanlar” olarak çocukların önüne okuldan daha iyi bir fikir konamamışken içine tıkıldıkları plaza çakması beton yığınları içinde küçük bireylerin yüce ruhlarına sahip çıkmak zo-run-da-yız.
Zira elinde silahla okulu basanından tutun da okuldan atılarak en çirkin tanımıyla ‘sosyal atık’ haline getirilen ve bu dünyada artık gidecek hiçbir yeri kalmayan çocuklar; ‘duyulmayan’ ‘görülmeyen’ ‘kavranamamış’ bir kimsesizler ordusu olarak yetişiyor ve burnumuzun dibinde yaşıyorlar.
Okulun içinde ya da dışında. Şimdi ya da gelecekte. Bu potansiyel ‘kimsesizler ordusuna’ bir yaşam alanı oluşturmak zorundayız.
Uzun lafın kısası şudur ki; insan insanı iyileştirir, dönüştürür. Çocuğun ya da ergenin kişisel tarihinde ruhsallıktan bahsedebilmemiz için bir özne olarak kendini konumlandırabildiği bir sosyal mekâna ve ilişkiler bütününe ihtiyacı vardır. Ruhsallık dediğimiz şey kişiye özgüdür. Mekanik bir ortamda kişinin ruhsallığını hele de bir ergenin ruhsallığını muhafaza etmesi pek mümkün değildir.
Öğretmenin kendi ruhsallığı üzerinden okulu bir yaşam alanı olarak yeniden yapılandırması ve öğrencilerin ruhsallığıyla birlikte düzenleyebilmesi hangi yaşta olursa olsun hem sağlıklı gelişim hem de özerkleşme açısından belirleyicidir. Yaşı kaç olursa olsun herkesin öyküsüyle, biricikliğiyle değer görebileceği; bir ‘bileşen ve öğrenen’ olmanın ötesinde ‘duyan; gören ve hisseden’ bir birey olarak var olabileceği; konforun değil gören gözün şart olduğu bir alana ihtiyacı vardır.
Hâsılı bir yaşam alanı olarak okulun yeniden keşfedilmesi bir gerekliliktir. Çünkü bizim kimsesizler ordusuna teslim edeceğimiz tek bir çocuğumuz bile yoktur. (EK/AS)