Haberin İngilizcesi için tıklayın
“Çok zulüm ettiler bize. Ben babama dair basında çıkan yazıları, haberleri kesip kesip bir dosyaya koymuştum. ‘80 darbesinde anneme verdim saklasın diye, o da bana kömürlüğe sakladığını söyledi. Bence hepsini yakmak zorunda kaldı, çünkü daha sonra hiçbir belgeye ulaşamadım. Elimde sadece birkaç tanesi kaldı. Biz babamı kaybettik ama suçlu yine babam oldu. Biz olduk. Biz maalesef hem kayıp verdik, biricik babamızı kaybettik hem suçluymuşuz gibi bir de bunun eziyetini çektik.”
Hikmet Özkürkçü, TÖB-DER’li öğretmen, aynı zamanda Karamürsel TÖB-DER Başkanı'ydı. Karamürsel 4 Temmuz İlkokulu’nda öğretmendi. Taksim’de hayatını kaybettiğinde henüz 39 yaşındaydı.
Dört çocuğu vardı: Behiye, Bülent, Hilmi ve Devrim.
Kendisiyle ilgili bugüne dek çıkan haberlerin çoğu, Kocaeli yerel gazetelerinin anma haberleriyle sınırlı. Aile fertlerinden bazılarıyla konuşulmuş ancak Hikmet Özkürkçü hakkında detaylı bir bilgi yoktu.
Bugüne dek yerel gazetelerde çıkan haberler vasıtasıyla Hikmet Özkürkçü’nün ailesine ulaşmaya çalıştım. Bir yakını, Hikmet Özkürkçü’nün kızı Behiye Özkürkçü’yle iletişim kurmamı sağladı.
Behiye Hanım da o gün, 1 Mayıs 1977’de babasıyla Taksim’deydi.
Behiye Özkürkçü’yle babasının nasıl bir baba ve öğretmen olduğunu, babasını kaybetmesinin yaşamını nasıl değiştirdiğini, ondan neler öğrendiğini ve dün gibi hatırladığı 1 Mayıs 1977’yi konuştuk.
Behiye Özkürkçü anlatıyor
1961 doğumluyum. Emekliyim şu an ama ben de Eğitim-Sen’liyim. Babam 1938, Urfa, Siverek doğumlu. Öğretmen Okulu mezunu, Sivas ve Diyarbakır’da okumuş. Oldukça genç sayılabilecek bir yaşta, 23 yaşında evlenmiş.
Siverek’te bir dönem kaldıktan sonra siyasi nedenlerle Viranşehir’e sürgün edilmiş. Ardından da Viranşehir’den Gebze’ye. Sonraki Karamürsel tayini kendi tercihiydi. Gebze’de iki-üç yıl yaşadıktan sonra Karamürsel’e geçtik ve uzun süre orada yaşadık.
Öğretmenliği boyunca TÖB-DER’de bayağı etkindi babam. Karamürsel'de TÖB-DER başkanıydı. Buradayken devrimci gençlere çok yardımcı oluyordu. Özellikle içeriye girip çıkanlarla ayrıca ilgileniyordu.
Çok sevecen, çok sıcakkanlı bir öğretmendi. Çocukları gibi görürdü öğrencilerini. Size bununla ilgili fıkra gibi olan bir anı da anlatayım. Babam sabahçı öğretmendi, biz üç kardeş de öğlenciydik. O eve geldiğinde biz okula gidiyor oluyorduk. Zaman zaman devamsızlık yapıyoruz tabii, özellikle bir kardeşimiz çok yapıyor ve babam buna çok sinirleniyordu.
Bir gün babam eve geliyor, annem kapıyı açıyor. Bir bakıyor ki annem bizi okula göndermemiş. Annem 'Ya Hikmet, çocuklar gerçekten rahatsızdı. Öksürüyor hepsi, halsizler o yüzden okula göndermedim' diyor. Babam da 'Ya Zekiye sorma, benim çocuklar da öyle, hepsi hastaydı, ben de onları eve gönderdim' diyor.
Bize de çok düşkündü. Zaten genel olarak çocukları seven bir insandı.
Biz dört kardeşiz, ben en büyüğüm. Son numara, “Devrim” var bir de, o zihinsel engelli. 1970 doğumlu. Devrim bizim hayatımızı bayağı etkiliyordu, en büyük kardeş ve kız kardeş olduğum için benim hayatımı özellikle etkiliyordu.
Babam, her zaman annemle benim aramda köprü görevi görüyordu. Bana, anneme destek olmam gerektiğini söylüyordu hep. Anneme de bizlere destek olması gerektiğini, böyle bir kardeşle yaşamanın bizi de zorladığını, hayatlarımızı normal bir şekilde idame ettiremediğimizi söylüyordu. Orta yolu bulan, sakin bir adamdı.
Babam ve annem
Arkadaşlarıyla alkol almayı severdi, onu çok iyi hatırlıyorum. Şöyle ki, Viranşehir’de oranın bürokratları sayılabilecek kişilerle bir araya gelirdi. Karamürsel’de de TÖB-DER’lilerle. Ama asla sarhoş olmazdı. Hep aklı başında olurdu ve masada oturanları tek tek o evlerine bırakırdı.
Annem hiç okula gitmemiş. Çok küçük yaşta evlendirilmiş zaten, 14 yaşında. 14 yaşının içindeyken ben doğmuşum ve ardından arka arkaya dört çocuk sahibi olmuş.
Annem çok akıllı, çok zeki bir kadındı. Onu da kaybettik. Kendi kendine okuma-yazmayı öğrendiği gibi İngilizce de öğrenmeye kalkmış, Maksim Gorki’nin romanlarını okumuştu.
Biri zihinsel engelli dört çocuğu babasız büyütmek zorunda kaldı ama yine de İlerici Kadınlar Derneği’nde (İKD) görev aldı. Toplantılar için evini açtı derneğe, orada aktif bir şekilde faaliyet yürüttü.
Dernekle babamın vefatından sonra ilişkilendi ama dediğim gibi öncesinde de annem bu tip eserleri okumuş, ufkunu genişletmişti.
1 Mayıs hazırlıkları
1 Mayıs organizasyonunu TÖB-DER başkanı olduğu için babam yaptı tabii Karamürsel’de. Çok zorlandı, kimse götürmek istemiyordu bizi, genç bir şoför bulup onu ikna etmişti.
1 Mayıs’tan önce babam şöyle bir söz vermişti bize: “Bundan sonraki eylemlere, Behiye’den başlamak üzere her seferinde birinizi götüreceğim.”
Ve ilk eylem, 1 Mayıs geldi.
Beni götürmesi gerekiyordu normal koşullarda, söz vermişti ya, bekliyordum ben. Ama 1 Mayıs’la ilgili duyumlar vardı biliyorsunuz, provokasyon olacağıyla ilgili. Benim okulum şehir dışına yakın bir yerdeydi. Bir gün teneffüse çıktım, baktım babam bahçede.
“Seninle biraz konuşmak istiyorum,” dedi. “Behiye sana söz verdim, seni Taksim’e götürmeyi ben de istiyorum ama böyle durumlar da var,” deyip bana o dönemki karmaşayı ve kaygılarını anlattı.
Sonra bana “Bak yaralanabilirsin, tutuklanabilirsin, acı çekebilirsin, korkabilirsin. Açıkçası senin gelmeni istemiyorum. Ama ille de geleceğim dersen gideriz. Akşama kadar düşün kararını söyle bana” dedi.
Taksim'de
Ben tabii gitmek istiyorum. Ertesi gün sabah erkenden uyandık, hazırlanıyorduk. Engelli kardeşim erken uyanırsa çok huzursuz oluyordu ve ağlaması asla durmuyordu. Onu uyandırmamak için sessizce çıkarken Hilmi uyandı. O ağlamasın, diğerleri de sesine uyanmasın diye “Hadi kardeşini hazırla, onu da götürelim,” dedi babam. Hilmi’yi de alıp çıktık evden.
Ben 16 yaşındayım, Hilmi yedi-sekiz.
Eğlenceli bir yolculuktu. Minibüsten indikten sonra güzelce yürüdük, alandaki yerimizi aldık. Otelin tam altındaydık. Sonra herkes kendi grubunu buldu, gençler bir yanda kaldı, TÖB-DER’li öğretmenler diğer yanda.
Ben genç grupla kaldığım için babam arada bir gelip “Acıktın mı, simit alayım sana acıktıysan, su alayım mı?” diyordu. Ben otelin beşinci altıncı katında üç ayaklı bir makine ve upuzun bir dürbün kullanan adamlar gördüm.
Babama sordum. “Kızım bunlar devletin adamları, bizi fişliyorlardır,” dedi. Ardından babam tekrar TÖB-DER grubunun yanına gitti.
Vuruldu
Ardından olay patladı. İlk silah sesini duyduk ve “Yere yatın” komutu geldi. Yere yattım ve babamla yerdeyken göz göze geldik. Kalktık, birkaç adım attık. Babam düştü. “Arkadaşlar ben bacağımdan vuruldum,” deyip yardım istedi arkadaşlarından. Ama hiç kimse bir başkasını görecek pozisyonda değildi.
Babamın bir metre kadar yakınına anca gelebildim. Babam tekrar kalktı, iki-üç adım sonra yine düştü. Bu sefer sırt üstü düştü. Hiçbir yerinde kan lekesi veya kurşun izi yoktu.
Halbuki kurşun, süveterini delip geçmiş ve iç organlarını parçalamış.
Süveteri elinizle açmadığınız sürece kurşun deliği görünmüyordu. Ölüm raporunu kaybettik ama raporda “Polis kurşunu” yazıyordu diye hatırlıyorum.
Raporu sonradan çok aradım ama bulamadım.
Bunun ardından genç birisi gelip beni aldı, şoka girmiştim. Şokta olduğumu şuradan hatırlıyorum, sürekli zıplıyordum. O delikanlı beni alandan çıkmaya ikna etti. İstanbul’da yan yana küçük kafelerin olduğu bir yere götürdü beni.
Sordu tabii, nereden geldiniz, nasıl geldiniz diye. Sonra Karamürsel’den gelenleri buldu, beni eliyle teslim etti ve gitti. Yahya isimli bir arkadaşım ve kardeşim de yoktu. Babamı düşünürken onlar aklıma bile gelmemişti ama sonra Yahya’nın haberini aldım. Gözaltına alınmıştı Yahya da.
Son kez görmek
Biraz zaman geçince, beni Karamürsel grubunun yanına bırakan gibi bir genç gelip bu sefer kardeşimi bıraktı ve gitti. 3’e kadar bekledik. Babamdan haber aldılar mı, almadılar mı emin değilim “Yapacak bir şey yok,” deyip minibüse binip Karamürsel’e döndük. 3.30 civarı Karamürsel’deydik.
Haberi öğrendik.
Cenaze töreni düzenlendi babamın naaşı geldikten sonra. Ben babamı görmeyi çok istedim, son kez göreyim diye yalvardım. Ama kimse izin vermedi.
Bir kişi hariç. Sendika yöneticilerinden biriydi “Görsün görsün, kinlensin,” dedi.
Babamın cenazesini gösterdi bana. Keşke görmeseydim. Zaten fenalaştım. Keşke hiç öyle görmeseydim babamı.
O an korktum mu, üzüldüm mü bilmiyorum. Ama ağzı açıktı, dişleri görünüyordu.
İnanır mısınız ben o günden sonra ne zaman bir baca deliği görsem o görüntü geldi gözümün önüne. Sanki babamın o anki yüzünü gördüm o baca deliklerinde. Bir de denizin dalgalarında gördüm nedense...
Babamı tamamen kaybettiğimi kavradığım ilk an, onun ölümünden yaklaşık bir ay sonrasına denk geliyor.
Babamdan yirmi gün sonra da amcam vefat etti. Dayanamadı kardeşinin acısına diye düşündük, beyin kanamasından da onu kaybettik. Amcamı defnettik.
Dayanışma
Sonra yemek için bir masa hazırlandı, ben orada babama da bir tabak koydum. Hemen fark edip geri götürdüm tabii, ama tuvalete gidip oturup ağladım. Herkes gizli üzülürdü bizde. Annem de gizli üzülürdü, biz üzülmeyelim diye.
Babamdan sonra annemin çalışma şansı yoktu. Diploması yoktu ama asıl engelli kardeşimden ötürü çalışması imkânsızdı. Devrim, sürekli bakım gerektiren bir çocuktu.
TÖB-DER, Karamürsel’deki öğretmenler, hemşerilerimiz ve DİSK’e bağlı sendikalar bize çok iyi baktılar. Babama maaş bağlanıncaya kadar bizim pazarımız da yapıldı, kiramız da ödendi, kömürümüz de alındı.
Özellikle TÖB-DER çok güzel baktı bize. Ama çirkin şeyler de oldu. Bazı fabrikalarda babam adına paralar toplanmış ve insanlar sağ olsun cömert bir şekilde ellerinden geldiğince bize destek olmak için vermişler paralarını. Bu paralar ne TÖB-DER’e gitmiş ne de bize geldi. Bize yalnızca sendikada toplanan para geldi.
Zaten kendileri yönetti parayı ve böylelikle bizim her ihtiyacımızı karşıladılar. Okul giderlerimizden tutun da kışlık odunumuza kadar...
Arkadaşları babamın emekliliği için uğraştı. Hatırladığım kadarıyla iyi bir emekli ikramiyesi vardı babamın. O paranın üzerine kendi ceplerinden ekleyerek bize ev aldı babamın arkadaşları. Ve uzun bir süre bize onlar baktı. Bu iyiliklerini asla unutamam.
Tayinim yapılmadı
Babamın vefatından sonra yaşamlarımız çok değişti tabii. Hilmi, babam gibi öğretmen oldu. İzmir’de bir okulda şimdi.
Diğer kardeşim Bülent elinde olmayan nedenlerden dolayı okuyamadı. Bülent Karamürsel’de yaşıyordu, okulu ise İzmit’teydi. Okulu solcu, demokrat insanlarla doluydu ama okula gitmesi gereken yolda tamamen sağcılar vardı.
Birkaç kez dayak yedi Bülent o yolda. Hem sağcılardan, hem polislerden. Ondan dolayı okulu bırakmak zorunda kaldı kardeşim. Bir yakınımızın yardımıyla bir dükkânda çalışmaya başladı. O adam ona çok yardımcı oldu, sonrasında da o dükkânı Bülent’e bıraktı.
Ben keza, Gazi Eğitim Fakültesi’ni bitirdikten sonra Mali Soruşturma’ya takıldım ve o soruşturmayı geçemedim.
Her şey yazıyordu bir de “Siverekli, Kürt, babası TÖB-DER’li, Taksim’de öldü”.
Üç yıl boyunca tayinim yapılmadı benim. Çok acılar çektim. Bütün hayallerim, ideallerim yerle bir oldu. Bu süreçte bir mağazadaki temizlik işine bile giremedim o soruşturmadan dolayı. “Yeter ki çalışayım,” diyordum ama hiçbir şekilde işe giremedim.
Üçüncü yıl bir şekilde tayinim oldu. 1979’da ben de siyasi faaliyetlerimden dolayı bir ay Mamak’ta kaldım, onlar da etkili olmuştur ama asıl etken babamın Hikmet Özkürkçü olmasıydı.
Sendika bizim ikinci evimiz gibi oldu babamdan sonra. Şöyle bir anı geliyor aklıma bununla ilgili. İzmit’ten Karamürsel’e arabayla gelmek pahalı, vapurla gelmek ucuzdu. Tabii Bülent vapurla gelmek zorundaydı.
Okuldan çıkınca, kış olduğu için vapur saatini beklerken sendikaya gidip oturuyordu. Bir gün sendikayı polisler basmış. Bülent’e tokat atıp “Senin burada ne işin var?” demişler. Bülent de “Vapur bekliyorum,” demiş.
Polisler buna çok sinirlenmiş tabii, daha çok vurmuşlar. Aslında gerçekten vapur bekliyor çocuk. Bunlardan dolayı okuyamadı Bülent.
"Hayat zor"
Babamla ilgili hatırladığım pek çok anım var ama birisi çok özel ve aslında kötü de bir anı. Engelli kardeşimin bakımından dolayı çok zorlanıyordum ben.
Bir gün önemli bir dersten yazılım vardı, çalışıyorum fakat kardeşim durmuyor. Mümkün değil durmuyor. O ara arkadaşlarım da dışarıya oynamaya çağırıyor.
Kardeşimin sürekli altını açıyorum, bir şey yaptı da o mu huzursuz ediyor, bezini değiştireyim, bir şey battıysa temizleyeyim diyorum. Ama yok.
Bu açıp kapamalardan birinde poposuna vurdum sussun diye. Beyaz tenli bir çocuktu, poposu hemen kızardı. Kızarınca da ben bu sefer dayanamadım, saatlerce ağladım. Ağladım, ağladım ama hırsımı alamadım.
Sonunda gittim ecza dolabından bir ton ilaç içtim. Bana bir şey olmadı, sürekli kustum çünkü. Aynı evde olmamıza rağmen annem onca zaman fark etmedi, artık babam ikinci gün “Kızım sende bir donukluk var, hasta mısın?” dedi.
İnatla üzerime geldi, “Sen de bir şeyler,” var dedi. Ağlamaya başladım hemen, anlattım, “Bunu bile fark etmediniz,” dedim.
Beni aldı, yürüyerek hastaneye götürdü. O yolculuğu hiç unutmuyorum. Çok güzel bir şekilde konuştu benimle. “Hayat zor,” dedi, “Sana da, bana da, annene de. Sana daha çok zor, biliyorum, çocuk olarak hiçbir şey yaşayamıyorsun. Ama biraz sabret, çok güzel şeyler göreceksin. Hayat hep böyle değil. Sen ölseydin ben ne yapacaktım hem, bana nasıl kıydın?” dedi.
Doktora gittik, doktor artık yapılacak bir şey olmadığını ilaçların kana karıştığını söyledi ve tedavi için başka ilaçlar verdi. 10 dakikada bir alınması gerekiyor bu ilaçların dedi. Ve benim babam, sabaha kadar, bir kez bile aksatmadan, 10 dakikada bir o ilaçları bana verdi.
Olmasın diye
Bir gün de babamla yürüyorduk, Karamürsel sahilde. Babamın öğretmenler arkadaşları da vardı. Zengin kesimin yaşadığı yerden geçerken, arkadaşlarından biri “Hey,” dedi, “Devir değişecek, bunlar bir gün bizim olacak.”
Babam çok sinirlendi buna. “Biz bunlar olmasın diye mücadele ediyoruz, sen onların yerinde mi olmak istiyorsun?” dedi. Gerçekten de o lüks binalar, eşitsizlikler olmasın diye mücadele ediyordu.
Bir gün de İzmit’te yolda yürürken karşıdan hacı sakallı, cübbeli biri geliyordu. Babam o geçtikten sonra lanet okudu. Ben de babamı eleştirdim. “Sen bize farklı anlatıyorsun, kendin farklı yapıyorsun, neden?” dedim. “Behiye ben bir tek bunlardan korkarım. Ellerine geçen hiçbir fırsatı kaçırmazlar. Bir tek bunlara böyle yaparım. Bunları kimse tanımıyor, bilmiyor. Başa geldiklerinde sana o demokrasinin, D’sini göstermezler,” dedi. Bugün düşünüyorum, o zaman böyle dini bir örgütlenme de yoktu, babam 50 yıl öncesinde söylemiş bunları bana.
Gazap Üzümleri yarım kaldı
Yılmaz Güney’i hem hemşerimiz, hem solcu, hem de bir aktör olarak çok beğendiği için çok severdi.
Bütün filmlerine götürürdü beni. Ama filmi bir türlü izleyemezdim. Çünkü çıkışta bana sorular sorardı “Konusu neydi, kahramanı ne yaptı, sence ne yapmalıydı?” Bir şey de diyemezdim.
Arkadaşlarıyla bir araya gelip kitap okurlardı böyle. Ölmeden önce Gazap Üzümleri’ni okuyorlardı, onu hatırlıyorum. Gazap Üzümleri de yarıda kaldı.
Mezarı Karamürsel’de babamın. TÖB-DER ona bir mezar taşı hazırladı. Güzel de bir mezar yaptırdılar. Mezar taşında “1977’de, Taksim Meydanı’nda Ölen Devrimci Şehit Öğretmen” yazıyordu.
Mezar taşı
Babamın vefatından sonraki ilk bayramda annem mezar ziyaretine gidiyor. Bakıyor mezarı jandarma çevirmiş, mezar taşını kırıyor. Gerekçe de taşı mahkemeye götürmek. Yani o taşın bir fotoğrafı çekilemez mi, ille kırmak mı gerekiyor?
Bir de bunu bayramın ilk günü mü yapmak gerekiyor? Bu ilkiydi ama. Birkaç kez yaşadık bunu.
Mahkeme kararı ile mezar taşını mahkemeye götürmek bahanesiyle asker bu işi yapıyordu.
O taştaki yazıları, metni hazırlayan benim edebiyat öğretmenimdi. Onun başına bile inanılmaz işler açıldı. Bulgaristan göçmeniydi öğretmenim, olaylara karışmaması gerekiyordu. Bu baskılar yüzünden her şeyini toplayıp adresini kaybettirmek zorunda kaldı.
Suçlu yine babam oldu
Çok zulüm ettiler bize. Ben babama dair basında çıkan yazıları, haberleri kesip kesip bir dosyaya koymuştum. ‘80 darbesinde anneme verdim saklasın diye, o da bana kömürlüğe sakladığını söyledi. Bence hepsini yakmak zorunda kaldı, çünkü daha sonra hiçbir belgeye ulaşamadım. Elimde sadece birkaç tanesi kaldı.
Biz babamı kaybettik; ama suçlu yine babam oldu. Biz olduk.
Biz maalesef hem kayıp verdik, biricik babamızı kaybettik hem de suçluymuşuz gibi bir de bunun eziyetini çektik...
(TY/APA)
TIKLAYIN - bianet'ten 1 Mayıs 77 Kayıplarının Yakınlarına Çağrı: Bizi Arayın
|
1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/Tuğçe Yılmaz
Sinema Emekçisi Rasim Elmas 41 Yaşında Taksim'de Öldü
İnşaat İşçisi Bayram Eyi 50 Yaşında Taksim'de
Öğretmen Bayram Çıtak 37 Yaşında Taksim'de Öldü
Liseli Jale Yeşilnil 17 Yaşında Taksim’de Öldü
Öğretmen Kenan Çatak 31 Yaşında Taksim'de Öldü
Öğretmen Ahmet Gözükara 33 yaşında Taksim’de öldü
Öğretmen Hikmet Özkürkçü 39 yaşında Taksim’de öldü
Öğrenci-işçi Niyazi Darı 24 yaşında Taksim’de öldü
Üniversiteli Nazan Ünaldı 19 yaşında Taksim’de öldü
Öğretmen Ömer Narman 31 yaşında Taksim’de öldü
İşçi Ali Sidal 18 yaşında Taksim’de öldü
Hemşire Kıymet Kocamış 25 yaşında Taksim’de öldü
Tezgâhtar Kadir Balcı 35 yaşında Taksim’de öldü
Üniversiteli Hacer İpek Saman 24 yaşında Taksim'de öldü
İşçi Kahraman Alsancak 29 yaşında Taksim’de öldü
İşçi Hüseyin Kırkın 23 yaşında Taksim’de öldü
Üniversiteli Ercüment Gürkut 26 yaşında Taksim’de öldü
Polis Nazmi Arı 26 yaşında Taksim’de öldü
İşçi Mahmut Atilla Özbelen 26 yaşında Taksim’de öldü
İşçi Hasan Yıldırım 31 Yaşında Taksim’de Öldü
Seyyar Satıcı Hamdi Toka 35 yaşında Taksim’de öldü
Bekçi Mehmet Ali Genç 60 Yaşında Taksim’de Öldü
İşçi Ziya Baki 30 yaşında Taksim’de öldü
İşçi Mürtezim Oltulu 42 yaşında Taksim’de öldü
Öğretmen Mustafa Elmas 33 yaşında Taksim’de öldü
Üniversiteli Sibel Açıkalın 18 yaşında Taksim’de öldü
İşçi Diran Nigiz 34 yaşında Taksim’de öldü
1 Mayıs 1977 & Cezasızlık
Fehmi Işıklar: 1 Mayıs'77 12 Eylül için bir hazırlıktı
Kani Beko: “Katilleri bulamazsanız, şaibeyi ortadan kaldıramazsınız”
Süleyman Çelebi: "1 Mayıs 1977 Katliamı yapanların yanına kâr kaldı”
Emel Ataktürk: Haysiyet meselesi olarak hatırlamak ve cezasızlıkla mücadele
Nejla Kurul: Gerçekler neden ve kimlerce gizleniyor?
Tuğçe Yılmaz: 43 yıl önceki katliamın izini sürmek
Arzu Çerkezoğlu: Unutmamak, unutturmamak yaşamsal bir mücadele alanı
Tuğçe Yılmaz: Yargılanamayan 1 Mayıs 1977’nin mahkeme yılları