Bir egemenlik ilişkisinin söz konusu yerde insan haklarıyla birlikte insandır. Bu hakların en önünde ve temelinde ise "yaşama hakkı" gelir. İnsan bu hakkına bir "toplum içinde"yken sahiptir. Ancak insanın yaşama hakkı "toplum açısından anlamı ve topluma görevleri nedeniyle" değil, öncelikle "kendisi için varolma hakkı" biçiminde anlaşılmalıdır.
Başka bir deyişle İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi yaşama hakkını kabul edip üzerinde anlaşılmış temel bir kural haline getirirken, bunu bir araya gelmiş bir üst organizasyon ya da bir yapı olarak insanın "içinde bulunduğu topluma ya da insanlığa yönelik yararları" açısından da düşünmemiştir.
Çünkü yaşama hakkının dayandığı temel nokta insanın "kendinde olan ve kendinden kaynaklanan" varlığı ve insan olma onurudur.
Günümüzde kabul edilmiş bütün insan hakları kategorileri aslında bu kabul ve kurala dayanır.
Tanımlanmış her hak, hakkın uygulanmasına ve yaşamda varolmasına yönelik olarak da hakları kabul edenlere, muhataplarına ve sahiplerine şu üç "eylem" ya da "edim"i görev kılmaktadır. "Kabul etme ve dokunmama", "dokundurmama", "sağlama".
Bunları gerçekleştirmek öncelikle insanlar adına, onlar için bir şeyler yapan, ya da üçüncü taraf ya da kişilere karşı koruyan, bu anlamda hem içindekilere hem de dışındakilere yönelik bir "otorite" kullanan, ya da onların "dayanışma" yoluyla oluşturdukları yapıların sorumluluğundadır.
"Eğitim [1] hakkı"na da bu şekilde ve böyle bakmak gerekir.
Çünkü eğitim insanın içinde bulunduğu toplum/topluluk ya da son çözümlemede insanlığın yararına olduğu için değil onu edinecek "bireyin yararına [2]" olduğu ya da "o gereksinim duyduğu veya istediği için" söz konusu olmalıdır. Çünkü bu sırada gerçekleştirilecek faaliyetlerin tümü insanın önce birey olarak kendini gerçekleştirmesine, sonra da insanlığın en küçük bir unsuru olması nedeniyle insanlığın tümünün gelişimine yönelik faaliyetlerdir.
Bu saptama kabul edildiğinde eğitim hakkının gereği olarak yapılması gerekenleri somut olarak şöyle tanımlamak gerekecektir:
"Kabul etme ve dokundurmama görevi":
Tüm toplum/topluluk ya da insanlar adına bazı görevlerle yükümlü olan ortak üst yapılanma (örneğin devlet) öğrenme, bilgilenme hakkının gereği olarak öğrenmenin gerçekleşmesi için gerekli olan ve çeşitli grup, birey, topluluk, ya da gruplarca kendi istek ve istençleriyle ortaya koydukları mevcut bulunan her türlü eylem, etkinlik, uygulama, çalışmayı, başkalarının (öğreten ve öğrenen dışında kalan üçüncü kişi ve tarafların) zararına ve onları yok etmeye/saymaya yönelik olmadığı sürece kabul etmeli; bunlara yine insan hakları temelindeki bazı kurallara aykırılık oluşmadığı sürece dokunmamalıdır.
Örneğin bir çocuğa zorla bir şeyi öğretme bireyin özerkliği bağlamında reddedilmeli, ama onun tarafından istenen, sonunda onun aleyhine bir zarar oluşmayacak, dahası herhangi bir yararı gündeme getiren bir bilginin, tutumun öğrenilmesi ise kesinlikle dokunulmamalıdır.
Yalnızca öz ve kuram açısından değil, bu koşulla uygulama ve biçim açısından da benzer temel ilkeler doğrultusunda irdelenmeli ve ortaya koyulmalıdır. Bunun sonucunda bu doğrultudaki tüm eylem ve etkinliklerin "kabul edildiği ve dokunulmayacağı" tüm topluma açıkça duyurulmalıdır.
Böylelikle öğrenme sürecindeki bireylerin "kendisini var edeceği ya da özne kılacağı" tüm eylem ve etkinlikler serbestçe yapılmış, ya da gerçekleşmiş, bu sırada da insan aklına gelebilecek ve uygulama alanı bulabilecek tüm "alternatif öğrenme biçim ve uygulamaları" gerçekleşmiş olacaktır.
"Dokundurmama, dokunmak isteyeni engelleme görevi":
Aynı kamu otoritesi ya da ortak organizasyon öğrenme ve bilgilenme hakkının gereği olan faaliyetleri sunan ve katılanların dışındaki "üçüncü" kişi, grup, tarafların, herhangi bir neden, dayanak ya da bakış açısıyla, herhangi bir gücü ya da olanağı kullanarak, bu hakkın gereği gerçekleşen faaliyetlere yönelik her türlü "yok edici, engelleyici, değiştirici ya da talebi veya katılımı zorlaştırıcı" tutum ve davranışları engellemeli, yapılmakta olana ve sürecin kendisine kimsenin dokunmasına izin vermemelidir.
Yukarıda sıralanan bu iki ödev, "erk"i sağlayan unsurlara bağlı olarak "en zayıf / en zorda / en çok gereksinen durumunda" olanın kısıtlı gücü olanakları düşünüldüğünde, onların kendileri için gerçekleştirecekleri uygulamaların olanaksız kılacağı düşünüldüğünde, bunun bir "eşitsizlik yaratacağı" öngörülebilir. Bunun bir risk ve sorunlu bir alan olduğu açıktır. İşte bu noktada "üçüncü" görev bu noktada devreye girecektir.
"Sağlama, ortam, olanak oluşturma ve destekleme görevi":
Her türden üst ve ortak organizasyonlar, onu kabul edenlerce sağlanan çeşitli kaynak ya da olanakları belirli kurallar ve ilkeler çerçevesinde kullanarak varlıklarını sürdürürler. İşte bu kaynaklar ve olanakların kullanımında, "eğer herhangi bir talep söz konusuysa, adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde, kaynağı ya da olanağı sağlayanın ortaklaşa belirlediği bir sistem içinde, öğrenme ve bilgilenme hakkının gerçekleşmesine yönelik olarak mevcut sunumları, destekleyen, kolaylaştıran, yaygınlaştıran, mevcut olmayanları da oluşturup, ortaya çıkaran ve uygulama yapmasını sağlayan bir şekilde ortam ve olanak oluşturma"lıdır.
Öğrenme ve bilgilenme sürecine böyle yaklaşıldığında, ortaya çıkacak olan iki sorundan ilki "toplumun ya da topluluğun ortak gereksinimlerinin çözümü"nün nasıl olacağıdır.
Kuşkusuz bunun da sunucusu ve sağlayıcısı yine aynı ortak/üst organizasyon ve yapı olacaktır. Üst organizasyon talep olması ya da istenmesi halinde "insan/birey" için olanlar dışında "toplum/topluluk" adına gerekli olan toplumun varlığını ve devamlılığını sağlayan, kimi iş, hizmet ve ortak çıkar ya da yarara yönelik bilgilenme, öğrenme faaliyetleri de yine aynı kaynaklardan ve hiçbir şekilde bir zorlama ve zorunluluk olmaksızın ve herkes için eşit biçimde sağlanmalıdır.
Herhangi bir toplumda herhangi bir neden, ya da bakış açısıyla bu iki ana gruba yönelik "öğrenme ve bilgilenme" faaliyetleri de seçim ondan yararlanan ve kullanan tarafından yapılmak kaydıyla bir arada ve bütünlük içinde varolmalı, yapılan ilk tercih nedeniyle bir engelleme söz konusu olmamalı, dolayısıyla bir eşitsizliğin doğması önlenmelidir.
İkinci sorun alanı "kısıtlı kaynaklar/olanaklar" söz konusu olduğunda "seçimin nasıl olacağı", hangilerinin var edilip, uygulanacağı noktasıdır.
Herhangi bir "erk" onu kullanan ya da onun dayandığı en güçlü, en çok, en zengin, vb. olanlarla beslenir ve sürer. Ama yine her "erk" aslında bağımsız istenç ve kararları ya da zorunda olmaları nedeniyle en altta, en zorda, en güçsüz, en kalabalık vb. kesimlerin "istek, arzu ve iradeleri" ile oluşur. Eğer onların bu kabul ve istemleri olmasa, "erk" öncelikle "erk"i göstereceği zeminden, tabandan yoksun hale gelir ki bu da aslında kendisinin yokluğu anlamına gelecektir.
Bu noktadan hareket edildiğinde eğer bir çatışma istenmiyor ve birlikte yaşanma isteniyorsa, o zaman seçimin ve yeğlemenin erkin kaynağını aldığı kesimin talepleri doğrultusunda olması gerektiği, bu anlamda "pozitif ayrımcılık" gibi görünen ama aslında "varlığını sürdürmek" için başka türlüsünün mümkün olmadığı" yönde davranılmalıdır.
Böyle bir ikili görev tanımına uygun yapılaşmanın sağlanmasında temel belirleyenler, "insanın gereksinim ve istekleri", "toplumun gereksinim ve toplu istekleri", "yarar ve çıkar", "adalet ve hakkaniyet", "özerlik"tir. Bunlara eklenecek ve her koşulda mutlaka olması gereken bir unsur da bireysel ya da toplumsal anlamda kesinlikle ortaya bir "zarar çıkmaması" ve hepsinin "uzlaşma" temelinde belirlenmesi olmalıdır.
Nasıl yapılabilir?
Yapılması gereken, yukarıda tanımlanan iki görevin gereği hizmetleri birlikte ve bir arada aynı anda, bireye yönelik bir dayatma olmadan sunmaktır. Çoğunluğun talebiyle, azınlığın talebi arasında, hiyerarşik bir üstlük, altlık, egemenlik, öncelik sonralık ilişkisi söz konusu değildir ve asla olmamalıdır.
Burada isteğin nasıl ortaya çıkacağı, oluşacağı ve bunun karşılığının nasıl yaratılacağı ve gereğin nasıl yapılacağı ise yaşamdan çıkacak ve birlikte karar verilecektir. Kaynakların kullanımında da yapılacakların belirlenmesinde olduğu gibi "en geniş temelde uzlaşma" temel alınacaktır. Uzlaşma noktası da birinin dediği ya da mevcudun dayattığı değil, herkesin buluştuğu ve yapılmasında katkıda bulunduğu nokta olmalıdır.
Bunların tümü kaba bir yaklaşımla "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" biçiminde bir ilkesiz "liberalizm" savunusundan ya da "ütopik bir özgürlük" düşünden kaynaklanmamakta, toplumun varlığını bireyci bir bakışla reddetme adına ifade edilmemektedir.
Asıl gerekçe, bireylerin oluşturmadığı bir topluluğun "toplum" olamayacağı düşüncesidir. Birey olarak insanın varlığı, toplumun varlığının temelidir. Toplumu yığından, sürüden, ya da topluluktan ayıran temel nokta da budur.
O zaman "eğitim (öğrenme, bilgilenme ve yapma) hakkı"nı, bunu sağlama noktasındaki "ortak yapıların" (örneğin "devlet"in) kendisini var etme amacıyla "zorunlu" hale getirdiği "zorunlu eğitimle" sağlamak olanaklı değildir.
Dolayısıyla toplumu oluşturan tüm bireylerin ve grupların "farklı"lığına, "benzemezliği"ne, yaşam ve yaşama için vazgeçilmez olan "rengine" olan ve kaynağını insan onurundan alan saygının, gereği olarak tüm farklı öğrenme ve uygulama biçimlerini var etmek gereklidir ve asıl görev olan da, insani ve insana uygun olan da budur. (MS/AS)
[1] "Eğitim" kavram, anlam ve sözcük itibariyle en az iki tarafın varlığını gerekli kılar: "Eğitimi belirleyen ve uygulayan taraf" ve "eğitimi alan, kullanan, eğitilen taraf". Burada da en azından bilginin belirleyici olduğu, ama onun da ötesinde bazı unsur ve dayanakları olan, hatta kategorikleşmiş ve hiyerarşi oluşturmuş bir "erk farklılığı" dolayısıyla bir "egemenlik durumu" söz konusu olmaktadır. Bu nedenle "eğitim" sözcüğünü içerdiği egemenlik unsuru nedeniyle reddediyor ve kullanmamayı yeğliyorum. Burada aslında kastedilen öğrenme, bilgilenme ve öğrendiğini uygulayarak kendini ve çevresini dönüştürme eylemleri birlikte ve bir arada söz konusudur. Eğer bir "erk" ya da "egemenlik" ilişkisi mutlaka söz konusu olacaksa bu noktada da "öğrenen, bilgilenen ve onları yapmak, uygulamak isteyenin" en üstte ya da üstün olduğu bir ilişki tasavvur edilmelidir.
[2] Burada belirtilen "yarar" nitelemesi de bir zorunluluk olarak alınmamalıdır."Yararsız olanın" da öğrenilmek istenmesi bir haktır ve gereği yerine getirilmelidir.