80’li yıllar...
Yaşamının ilk on yılında olan bir çocuk. Anlamadığı pek çok olaya tanık olan bir çocuk. İlkokulda boş geçen dersler, dumanlar, boyalı duvarlar, askerler…
Bir de babanın bir gün gelmeyişi. Ondan sonra hiç gelmeyişi. O son anlara ait duymak istemediği detaylar. Çok sonraki yıllara kadar gözünü her kapayışta o detayların canlanması, boğazına yapışması, soluksuz bırakması, ağzının açılmasına rağmen sesin çıkmayışı ama her daim gözlerin ıslanışı. Uzayan geceler, kâbuslar, korkular...
Ve elbette öfke. Kolay mı; herkesin iyilikle andığı babadan geriye sadece hayal meyal birkaç anı ve birkaç silik fotoğraf kalmış. Hepsi de cansız, tepkisiz, soğuk birkaç detay. Söyleyin bana; bir çocuğun babasını elinden çalan o kişiye duyduğu öfke kolay geçer mi? İntikam hissi o çocuğun benliğinin sessiz derinliklerinde büyümez mi? Büyüyüp insanı esir almaz mı? Hayat, öfke ve intikamın gölgesinde var olmaz mı?
İnsan garip bir canlı: Acılarını ya söze dökerek gideriyor ya bilinç dışına bastırarak. Elbette söz asıl olan. Çünkü söze döküldükçe boşalıyor irin. Boşalıyor öfke. Boşalıyor intikam. Ve hayat boşluğa izin vermiyor: İrinin, öfkenin, intikamın boşalttığı yeri zor ve geç de olsa dolduruyor anlayış, empati, unutma değil ama affediş.
Söz demişsek illa ki acının sözleri değildir insanı insanileştiren. İlla ki, babanın kaybedilişinin yarattığı boşluğun ve hiçliğin, ses ve harfle tarif edilmesi değildir insanı insanileştiren.
Önemli olan bu dünyanın hakikatinin, birbirlerinden farklı binlerce ses ve sözden geçtiğinin kabul edilmesidir insanı insanileştiren. Hayal etmek, düşünmek ve düşündüklerini beyaz bir kağıda nakşetmek sağaltır ergenliğe dolu dizgin koşan o çocuğun acılarını. Bir de ezgiler; acının umutla, özlemin kavuşmayla, boşluğun aşkla, yokluğun paylaşmayla değiş tokuş edildiği o ezgiler...
Ama ya insan acısını sese/söze dökemezse… Ya ses vermesi, söz söylemesi teşvik edilmezse… Ya herkesin her şeyi bildiği ama bilmezden geldiği, görmek ve duymak istemediği bir sessizlikte insan kavrulursa... O zaman insan acısıyla nasıl baş eder?
Elbette baş edemez, bastırır bilmenin, farkında olmanın dışına. Öyle ya unutursa ve de unuttuğunu da unutursa acı da kaybolacaktır.
Heyhat, kaybolmaz ama durur, bildiklerinin ötesinden bilmeden bilerek. Ve dürter durduğu yerden her daim bilinci. Rahatsız eder. Mutsuz eder. Öfke basar insanı “sebepsiz”. Bilincin derinliklerinde hapsedilmiş acılar esir alır hayatı.
Zordur artık yaşam: süreğen bir rahatsızlık, nedensiz öfke patlamaları, olmadık güç gösterileri hayata egemen olur. Kişi de bilmez tüm bunların nedenini aslında.
Ama ne acıdır ki, toplum bilir tüm olup biteni. Bilir ama öğrenilmiş çaresizlik nedeniyle riya ağır basar. Yüzleşmez gerçeğiyle. Ve yüzleşilmeyen her gerçek gibi tersten okumaya tabi tutulur acı veren nedenler. Ne çare, idealizasyon ve yüceltme de umulanın aksine acılara merhem olamayacaktır.
Ve “an gelir”, her bastırılan gibi, bir gün çok daha büyük bir sorun olarak geri gelir bastırılanlar. Fırsatını bulduğunda yıllar boyu egemene başkaldıramamanın benlikte yol açtığı travmanın acısı, egemenliği -iyi ki- sağlayamayan bir darbe girişimi sonrasında kişiyi ölümler isteyen, “göze göz dişe diş” kısas isteyen bir “demokrat”a dönüştürür.
Yıllar boyu yoksulluktan, yol bilmemekten, yalnız kalmaktan dolayı çaresizlikle sığındığı bir hayatın emirleriyle yaşamanın getirdiği öfkenin acısı, güçten düştüğü anda dünün egemenine ölümcül öfkeye dönüşür. İntikam çığlıkları gecenin karanlığına karışır.
Kendisine dünkü halini hatırlatacak her şey büyük bir öç duygusuyla yok edilmek istenir; sanki geçmiş silinebilirmiş gibi. İnsan son bir gayretle dün kendisine en büyük acıyı tattırmış yarının çocuklarına özenir ve çıkar meydanlara -onlar gibi.
Meydanlar zapt edilir, meydanlarda sabahlanır -onlar gibi. Ama bir farkla: dünün aksine muktedirin karşısında bir özne olarak var olmak için değil, “ikinci bir emre kadar” egemenin istisnayı belirleyen ve “suçlu”ya işaret olağanüstü halini kurmak için.
Oysa bilinmelidir ki; acılar böyle son bulmayacak. Daha kötüsü bu haliyle acılardan kurtulmak için atılan her adım insanı başka acılara gark edecek. Öyleyse boşaltmak gerek irini, öfkeyi, intikamı. Kendimiz ve gerçekliğimizle yüzleşirsek, içimize anlayış, empati, unutma değil ama affediş dolacaktır.
Demokrasi, ancak ondan sonra konuşabileceğimiz bir hayattır... (OE/EKN)