“ah” filmini izledim. 10 ekim Ankara Katliamı’nın ilk belgeseli. Ağır mesele. Filmin ilk bir saatinde patlama öncesi kısa geçişten sonra hep patlamanın olduğu zamandayız, son yarım saatinde ise hastane ve adli tıpta. Sadece ölü ve yaralıyız. Patlamayı yaşayanlar anlatıyor, nasıl öldüler ve nasıl ölemediler, uzun uzun.
Yalnız, öfkemiz yok filmde. Öfkemizin hiçbir tercümesi yok. Katliamın ardından sırıtan devlet, hükümet, Erdoğan. Hepimizin zihninde var olan, kitlesel eylemlerde sloganlara da yansıyan lakin, sendikaların “katilleri tanıyoruz ama açıktan söyleyemeyiz” haline benzer bir şekilde, filmde patlamanın asıl sorumlularının bir kere bile adı anılmamış, filme tek bir kare imajları girmemiş. Devlet, yalnızca yaralıların üzerine gaz atan polisler olarak var.
Yargılanmamayı ve sansüre uğramamayı garantiye almaya çalışarak bir 10 Ekim filmi nasıl yapılabiliyorsa öyle. Yani “ah”. O anları yeniden yaşamak istiyorsanız, ağlamak istiyorsanız filmi görün. “Bununla nasıl baş edeceğiz” sorusuna verilecek cevap şıkları arasından “hesap sorma”, "adalet istemi" şıkkı çıkarılmış. Film hastanede ve adli tıpta bitiyor çünkü. Aynı gün, ertesi gün sanki binlerce insan meydanlara çıkıp “katil Erdoğan” diye bağırmamış, sanki her ayın onunda Ankara Garı önünde analar, kardeşler kalplerindeki katile lanetler yağdırmamışlar. Bu öfkeli haykırışları görmemek için film adli tıpta bitmiş. Sanki doğanın yol açtığı herhangi bir felaketin filmi, sanki deprem olmuş ya da grizu patlamış. Maden şirketinden ve patrondan bahsetmeden bir Soma filmi nasıl yapılıyorsa “ah” filmi de öyle, katillere tek bir gönderme yapmamaya özen göstermiş.
Tek bir Kürt’ün konuşturulmadığı, çok dili pankartlar ve gökyüzünü kaplayan güvercinler dışında barış neyin barışıydı bilemediğimiz, sadece Türkçe konuşulan bir film. Muhtemelen röportajlarda vardı öfkemize tercüman olacak şeyler, makas izin vermemiş. Belegesel "cut" işlemidir ya, önce çoğaltır sonra eksiltirsiniz. Özellikle belgesel sinemanın daha cesur olmasını beklediğimiz bu zamanda, gerçekliğin damarları da kesilmiş.
Bakış açısı bir meselenin önemli olgularını "görmemek" üzere kurulamaz, bu olguları "belli bir açıdan görmek" üzere kurulur. Bu filmin bakış açısı devletin, hükümetin, Saray cuntasının bu katliama doğrudan dahlini ve Kürt'ü görmeyecek şekilde kurulmuş. Bu görülmeyenler eleştirisi "kaba ve sloganik" eleştiriler denilerek sanatsal bakışın inceliğine sığınılamaz. Çünkü burada yaralı olan gerçekliğin kendisidir. "Katliamın yerli sorumluları" hukuki bir meseleyi işaret etmez, sağ kalıp/olup da o meydanda parçalanan insanlarımızın acısını yaşayan herkesin kalbinden ve dilinden düşürmediği, belgeselcinin görmezden gelemeyeceği bir olguya işaret eder.
Katilin kim ya da ne olduğu, katliamın politik arka planı belgeselin eksenini oluşturmayabilir elbette. Sadece bir kere bile her hangi bir vesile ile adının geçmemesi, imajının bir kere bile görünmemesi, montajda nasıl bir temizlik yapıldığının göstergesi ve kuşku verici. Belgeselin kaçındığı şeyden dolayı, içeriğine giremiyorum, kapısında kalıyorum filmin.
Yönetmen Mustafa Ünlü’nün Agos gazetesindeki söyleşisine bakarsak, niye yaralılarımızın üzerine gaz atmış diye devlete sadece "kırgın"mışız, insanlarda "öfke, kin, nefret, intikam" duygusu hissedemedim diyor. "Öfke", "kin, nefret, ve intikam" duygularıyla birlikte anılıp hem olumsuzlanıyor, hem de filmin “öfke” hissiyatından kaçışının zemini oluşturuyor. Asıl önemlisi bu katliama karşı duyduğumuz kitlesel öfkeye haksızlık ediyor.Öfkemiz öylece buharlaştırılıp uçuruluveriyor filmden, fragmandaki kuşlar gibi. Çünkü "öfke"den söz ettiğinizde kime öfke duyulduğuna, ve ardından insanların "adalet talebine" yönelik bir şeyler söylemek zorundasınız.
Fragmanda, "ah" kelimesini sözlükte ne anlama geldiğinin tanımı verilmiş, gerek yokmuş ama verilmiş. Bu anlamların içinde "öfke, ilenme, beddua" da var misal. En azından tanımı yapılan ve filmine adını veren “ah” kelimesinin iki temel anlamına sadık kalınsaymış. O analar, o babalar, o kardeşler her gün kalplerindeki katillere yüksek sesle beddua ediyorlar. Bu ilenmeleri, bedduaları görmezsek, görüp de görmezden gelirsek, görüp de göstermeye cesaretimiz yetmezse, hem ruhu kuş olup uçanların hem de o feryatların "ah"ı üzerimizde kalacak.
Filmi yapanların, Diyarbakır, Suruç, Ankara, Merasim Sokak, Vezneciler, Güvenpark, seri halde yılın bütün patlamalarını filmin jeneriğinde anmalarından, duruşlarında bir "eşit mesafe" yi gözettiklerini anlıyoruz. Faillerinden ve nedenlerinden, kimi hedeflediğinden azade olarak, “hangi patlama olursa olsun, kim patlatmış olursa olsun” böyle bir ölüm/kalım savaşının ortasında insanın neyi nasıl yaşadığını eksen alan yaklaşım kendi biçimini ve içeriğini buna uygun üretmek zorundaydı.
Film, Suruç'u yaşayanlarla Güvenpark'ı yaşayanları, 10 ekim Ankara'yı yaşayanlarla Merasim sokağı yaşayanları tek bir filmde buluşturabilseydi, bu anlamda zamanın mekanın, sorumluların kim olduğunun ötesine geçebilmiş olsaydı, iddiasına uygun olabilirdi. Ama tek başına somut olarak 10 Ekim Katliamı, bunca çok ölümlü, karşılıklı patlamanın arasında katilin adını fısıldamadan, ve "Kürt" demeden bu yükü sırtlanamamış. Eksildim duygusu yaşatan şey bu.
Bu yaranın sağalımında "adalet istenci", bunun dile getiriliş biçimi olarak öfkenin açıkça ifadesi ve katilin adının sonsuza kadar fısıldanması önemlidir. Ne mahkemelerin ne de bedel ödetenlerin adaleti, sadece katilin adının ebediyen lanetlenmesidir burada adalet istenci. Bir film bunu kendi araçlarıyla yapabilir. Hele bir ilk film bundan kendini sakınmış, anaların beddualarını duymamış ise, o lanetli isme teslim olmuş, adının üsütünü örtmüş sayılır. (Oİ/EA)