Türkiye Cumhuriyeti ve onun egemenleri nihayet Barack Obama’nın ziyaretiyle “onurlandırılıdı”lar. Bu “kutsanan ziyaret”le “hacı” olan, ziyareti yapan Obama değil, Türkiye egemenleri oldular. Yüzyılların “aşağılık kompleksi,” Batılılarca bir kez daha “terapi”ye alındı. Dünya değişiyor; artık “terapi” ve “şarlatan doktorun “dolandırıcı”lığı, “şiş kebap-lokum-göbek dansı” yavanlığından başka temalarla sürdürüldü Obama’nın konuşmasında. “Avruplılık” rüşvetinin yanısıra, tabii “Atatürk’e övgü” de klasikleşmiş yerini aldı Başkan’ın “ninni”lerinde.
Şimdi bizim işimiz, burjuvazinin her renkten ideologunun aksine, Obama cilasını kazıyarak altındakileri mercek altına almak olmalı.
Öncelikle şu vurgulanmalı: Bu, şimdiye kadar binlerce kez tekrarlanmış Amerikan/Batı şablonunun Türkiye’de bir kez daha pazarlanması oldu. Model bellidir: Türkiye, bulunduğu netameli bölgede Batı’nın çıkarlarının bir kılıcıdır, onun stratejisinin uygulayıcısı, “truva atı,” tetikçisidir. Bunun doğal uzantısı olarak da, kendi çıkarlarını Batı’nın çıkarlarıyla özdeşleştirmeli, onlar içinde eritmeli ve bu varoluşuyla “işe yarar-ciddiye alınır” olabilmeyi aramalıdır, emperyalizmin emek ve mazlum insanlıkla girişmiş olduğu savaşın karakollarından biri olarak “stratejik önem”inden nemalanmayı düşünmelidir.
Süngüsü düşmüş ABD
Obama, ABD/Batı’nın klasik Soğuk Savaş şablonunu, bu kez, Bush’un “teröre karşı savaş” konseptinin postülalarından hareket ederek, bunun sadece dilini yumuşatarak ve tabii “komünizm”in yerine “terör” öcüsünü koyarak, yaptı. Türkiye’nin rolünü, Orta Doğu ve Kafkaslardaki enerji alanları içindeki tehditler bağlamında ve yeni “Batı Bloku” kavramı içinde, yani ABD ittifakı-NATO-Avrupa Birliği çerçevesinde, tanımladı.
Elbette unutmamak gerekir ki, bu sefer Türkiye’nin karşısında “süngüleri düşmüş” bir ABD vardı. Irak batağı, Pakistan-Afganistan cenderesi ve ekonomik kriz içinde debelenen ABD’nin Başkanı bu nedenle eskinin “uzaktan kumandası” yerine bu ziyareti bizzat gerçekleştirmek durumunda kaldı. Tavizse, bunun dışında yeni bir şey yoktur Batı Cephesi’nde.
Yine de, Obama açık konuştu sayılır. Ortadoğu ve Kafkaslarda iki “çıban başı”nın Türkiye’nin rolünü ve ABD’nin çıkarlarını yerine getirmedeki rolünü zayıflattığı gerçeğinden hareketle taleplerini sivri bir dille anlattı Meclis’te. Bunlardan birincisi, Kafkaslarla ve bu bağlamda Ermenistan ilişkileriyle ilgiliydi. Obama açıkca soykırım geçmişiyle yüzleşin dedi ve bunu ABD’nin karanlık-kirli geçmişinden örnekleyerek iyice güçlendirdi de. Kızılderililerden sözetemek herhalde “fırça atmak” gibi bir şeydi TBMM’de ve bunu anlı-şanlı vekillerin kanı donmuş yüzlerinde izlemek mümkündü. Karşılık olarak, belki “Soykırım Yasası”na ABD’de destek vermeyebileceğini ima etti.
Kürt sorunu
İkincisi ve daha önemlisi, Kürt Sorunu’a ilişkin söyledikleriydi. Türkiye’nin istikrarının ve Ortadoğu’da ABD’nin işine yaramasının önündeki temel engel olarak gördüğü bu konuda üç şey yaptı Obama. Birincisini görüşmelerinin planlanmasıyla gerçekleştirdi. ABD Başkanı Türkiye’de aslında iki görüşme yaptı. Bunlardan biri tabii Başbakan (ve yetkililerle) ile olandı.
İkincisiyse, Ahmet Türk’le, yani DTP ile yaptığı görüşmeydi. Aslında “muhalefetle görüşme”, özünde, “Kürtlerle görüşme”nin diplomatik ifadesi ve yöntemiydi. Burada, CHP ve MHP liderleri “dolgu malzemesi”ydiler; aslolan Ahmet Türk’le olan görüşmeydi. İkincisi, Meclis’teki konuşmasında Obama, Güney Kürdistan’ın, ABD-Irak-Türkiye müzakerelerinin ve oradaki muhayyel emperyalist statükonun dördüncü asli partneri olduğunu açıkca belirtti, yani ABD’nin “kırmızı çizgileri”nin altını iyice-kalınca çizdi.
Üçüncü olaraksa, TBMM çatısı altında açıkca Türkiye’nin kendi Kürt Sorunu’nu çözmesi gerektiğini bildirdi. Obama buunla kalmadı, işin doğal uzantısına da işaret etti ve “çözüm arayışı”nda Türkiye’li Kürtlerin doğal taraf olduğunu söyledi. Obama bu tavrını, “inkar ve imha” siyasetini yine ABD tarihinden örnekleyerek, siyahlara yapılanlara atıfta bulunarak ortaya koydu ki, bunun ne menem bir mesaj olduğunu, TV ekranlarına yansıyan donuk yüzlerde görmek mümkündü.. Obama, bütün bunlara karşılık olarak da, PKK ile savaşta Amerikan yardım ve işbirliğinin süreceği vaadini yineledi.
Yeni reçete
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonunda, dünya çapında açtığı Soğuk Savaş cephesi içinde ABD saflarında kendisine verilen militer rolleri yerine getirebilmek için dayatılan reçeteleri uygulamak zorunda kaldı. Örneğin, klasik burjuva yetiştiren devletçilik yerine özel sektöre ağırlık veren liberalizmi; korumacılık yerine serbest ticareti; tek parti altında bürokrasinin başatlığı yerine burjuvazinin politik iktidarının çok partili “serbest” seçim düzenini; başta Silahlı Kuvvetler, tüm güvenlik güçleri ve istihbarat kurumlarının, ekonomi gibi, yeniden yapılandırımasını; IMF üyeliğini; büyük çaplı devalüasyonu vb. yapısal düzenlemeleri yerine getirdi. Bu ABD’nin gül cemalinden “yeniden yaradılış,” TC’yi “Amerikan tetikçiliği”ne uyarladı, hazırladı.
Bugün ise, Obama yeni bir reçetenin ek unsurlarını ek vaatlerle masaya koydu. Burada iki sorun var. Birincisi, ABD’nin dayatma/ödüllendirme gücü eskisine göre daha az. İkincisi, Türkiye’nin “muhtaçlık” durumu pek değişmemiş olsa da, bu sefer istenenler, daha köklü yapısal/zihni dönüşümleri gerektiriyor. Üstelik, istenenlerin egemenlerce manipülasyonu ve kendi lehlerine yontulmaları daha zor. Nihayet, sistemin sadece niyetinin olmaması değil, bu talepleri yerine getirmesine ilişkin yeteneklerinin de son derece kısıtlı/sınırlı olması bir başka handikap.
Egemenlerin şimdi tek güvenceleri var. O da, bu konularda, bu türden “demokratik” sayılabilecek değişim ve dönüşüm taleplerinde ABD’nin samimiyetinin/kararlılığının bütünüyle amacın gerçekleşmesine bağlı olması. İkinci Savaş sonunda, emperyalizm tetikçilğine yardımcı olduğunda ya da hatta onunla çelişmediğinde, “çok partili seçimler” gibi “demokrasi cephesi”nin sözde temel talepleri dahi gözardı edilmiş, aksine askeri darbeler kışkırtılmış, desteklenmişti. Önemli olan, görevin layıkıyla yerine getirilmesiydi, araçlar değil amacın kendisiydi. Paranın tanrılığında, başka “değer” tanımaz emperyalizmin “retoriği” değil, işbitiriciliktir aslolan. Bu esneklik zamanında TC’nin çok işine yaramıştı.
Kriz
Şimdi de, egemenlerin yapacakları tek şey var: ABD’nin taleplerini, sözkonusu istekleri gerçekleştirmeden yerine getirebilme yeteneğini göstermek. Böyle bir durumda, Kürtler ya da Ermenistan Batı’nın umurunda olmaz elbette. Zaten onlar esas olarak emperyalizmin çıkarları ve Türkiye’nin “stratejik görevleri” bağlamında, oralardaki engelleyici konumları nedeniyle, birer araç niteliğiyle gündeme geldiler Obama’nın konuşmasında. Bu bakımdan, ilkesel değil, görev verilecek Türkiye’nin ve bölgenin istikrarı bakımından bir “değer” ifade ettikleri ortada.
Ama yeni görevlerin karakteriyle, özellikle Kürtlerin denklemdeki yeni stratejik konumlarıyla, Türkiye egemenlerinin manipüasyon olanaklarının tükenmiş olmasıyla, sistemin esnekliğini yitirmiş katılığıyla ve halihazırdaki statüko içinde boğulmakta olan ABD’nin çaresizliğiyle tabloya baktığımızda, işlerin iki taraf için de eskisi gibi olamayacağı daha net görülebiliyor. Dolayısıyla, ufukta krizden başka bir şey şimdilik görünmüyor.