Biri size “Devlet yaptı, devlet katletti” dediğinde gözünüzün önünde birisi, birileri belirmez. Ama anlarsınız; “fail belli, devlet.”
Ama bu devlet kaç kişiliktir. Kimleri kapsar, kimleri kapsamaz. Çok parçalı bir şeyse en çok hangi parçası suçludur? Adı ortalıklarda dolanan ama kendisine rastlayamayacağınız devlet bir hayalet gibi uydurmaca mıdır yoksa? Ya da bir insanlık efsanesi olarak, insanlığın suçlarını örtbas etmek için icat edilmiş bir suç aleti midir? O sitemli söz öbeği yani: Nerde bu devlet?! “Sessiz yığınlar” kavramının sahibinin izni ile söylersek; devlet, toplumsalın içinde kaybolan kara bir delik midir? Dispositif kavramlar denilerek çıkılmıyor işin içinden.
Bütün dünya halkları tarafından bilinen suç örgütü devlet, en az halk kavramı kadar ele avuca gelmez; tanımlanarak, konumu, cismi belirlenemez bir şey. Devlet ve halk kavramları o kadar birbirine benzerdir ki hatta iç içe oldukları da şüphe götürmez. Üstelik devletsiz halklar, devletli halklardan aşağı da kalmamışlardır tarihin çoğu zamanında. Güçlü olmak insanın aklına bir şekil düşmüştür ve düşlenen ortaklık devlet (güç) olma yolu iyiliklerle, güzelliklerle döşeli değildir. J. Habermas okumaları bir yana, doğar doğmaz çığlık atan ve yürüyemeyen tek canlı olan insanın acizliğinin varıp dayandığı noktanın adıdır belki de devlet.
Yasayı uygulayan mı suçludur, yasaya karşı çıkan mı, yasayı yazan mı? Cephede insan öldüren asker, devlet midir örneğin? Yoksa devlet, vur emrini veren kişi midir? Bir gün bunların hesabı sorulacak denildiğinde kaç bin kişiden bahsedilir aslında? P. Greengrass’ın yönettiği Kanlı Pazar’da şöyle bir diyalog geçer: Bir asker tarafından “Hedefe ateş edin” emri verilir. “Hedef göremiyorum efendim” diye yanıtlar onu bir diğer genç asker. Hedef olarak herhangi bir şey göremeyen asker, az sonra gözünün önündeki onlarca insana ateş açacaktır.
Bir TOMA’yı, bir savaş uçağını, bir bazukayı kullanan birinin, hedefi o dakikalarda belirlemesinde koca bir geçmiş mi yatar, yoksa sadece almış olduğu emir mi? Çünkü koca bir geçmişse eğer silahlı kişimiz bir kahraman, almış olduğu emre göre davranan bir kişi ise eğer militarist devlet geleneğini sürdüren sıradan bir vatandaş.
Kahramanlığın ve vahşiliğin birbirlerine bu kadar yakın, bu kadar uzak olmasının sebebi haklılık payına göre, militarist bulunacak kimi şeylerin aklanabiliyor olması. Ota, böceğe militarizm tanısı koyanlar bu yüzden kimi kesimlerce salt barış kuramcısı, boş vakitlerinde makalelere çiçekler, kalpler çizenler olarak görülür. Argüman basittir çünkü: “Öldürülüyorken, öldürmeyelim mi?”
Sessize alınmış savunma ise her biri bir basamak değerinde, haklılık mertebesine yükselten mücadele nedenleri. Sokaktaki, evdeki erkek olma hali ile birlikte, sadece devletle özdeşleşecek bir şey değilse militarizm, öz savunmanın sınırlarını belirlemek bir hayli güç. Eğer bir varoluşu belirleyen başka bir var oluşsa yanıtı yine basit: Düşmanımla tek ortak olduğumuz nokta yöntemimiz. “Öldürdük seni ama bir sor nasıl güzel öldürdük” olmayacağına göre.
Joshua Oppenheimer’in yönettiği “Öldürme Eylemi” belgeselinde, Oppenheimer, 1965’li yılların bir paramiliter liderine “Cenevre Sözleşmesi’ne göre sen bir savaş suçlususun” diyor: Eski katilin yanıtı şöyle oluyor: “Savaş suçu kazananlar tarafından yazılır. Ben kazananlardanım. O yüzden kendi tanımımı yapabilirim. Uluslararası sözleşmeler umurumda değil. Daha önemlisi doğru olan her şey iyi değildir.”
Bunu bir katilin diyor olmasına takılmazsak antimilitarist mücadeleyi en iyi yönlendirecek cümlelerden biri sanırım. “Doğru olan her şey iyi değildir.” (FG/HK)