Bir yazı yazıyorsunuz. Yazdığınız yazı daha yayına girmeden, yazıda bahsettiğiniz durum değişiyor. Nusaybin’in kısmi yasaklı olduğunu anlattığınız yazınız yayına girmeden, sokağa çıkma yasağı ilçe genelinde ilan ediliyor.
Bu yazıyı yazdığım esnada, Mardin’de yine Dargeçit, Nusaybin yasaklı. Derik, Kızıltepe ve Mazıdağı’nda gözaltılar. Muhtemelen hafta sona ermeden, gelir yeni tutuklamalar.
Yazıya başlıyorsunuz, gelen yeni haberler, görüntüler… Yazı daha bitmeden siz tükeniyorsunuz.
Yanmış yıkılmış sınıfların fotoğrafları. Yerlerde sandalyeler paramparça, kara tahtalar, tahtadan da kara yazılar. Sen fotoğraftaki, senin o yüzün niye kapalı? O yüzündeki maske neyi örtüyor? Elindeki kocaman şey tebeşir değil ben biliyorum. Sınıfta ne yapıyorsun ki sen! Sorunun ne…
Sayılar, listeler dolaşıyor. Kim, nerede, hangi tarihte, kaç yaşında…
Olmuyor, ancak yazabildiğiniz kadarını yazıyorsunuz. Asıl bir de yazmadıklarınız, yazamadıklarınız var ki…
İçinizde bir yangın.
Tek bir kelime. Beyninizde sürekli dönen bir kelime. Yüreğinizi daraltan, nefesinizi kesen, kalbinizin daha hızlı atmasına neden olan o kelime: Ölüyorlar.
1990 senesiydi. Memleketin hızlı yangın günlerinden. Liseden bu güne değin birlikte mücadele verdiğimiz, en yakın arkadaşımla birlikte üniversiteye başladık o sene. Kanımızın en hızlı aktığı zamanlardayız. Daha liseden solcuyuz, onun bir de babası Kürt. Yabancısı değiliz yani meselenin, her şeyden evvel insan olmak hasebiyle zaten, mesele gayetle meselemiz.
Üniversite kantinlerindeyiz, ellerde el radyoları. Malum daha cep telefonu olmadığı gibi, memleketteki TV kanalı sayısı bir elin parmaklarında bitiyor. Bilgisayarı, zaten hiç görmüşlüğümüz yok.
Biz de neler olup bittiğini ancak yurt dışı kaynaklı bir kanalın, Türkçe haberlerinden takip edebiliyoruz. Halimizi, katlimizi İngiltere üzerinden öğrenmeye çalışıyoruz.
O zamanlar “Dağ Türkü” “kart kurt sesi” hikâyelerinin anlatıldığı seneler daha. “Bu çocuklar bizim” diye başlayan programlar, hem zaten “Kürtçe diye bir dil yok” katiyen…
Radyolarda, gazetelerde sansür, baskı. Dediğim gibi, en yaygın iletişim aracı olabilecek televizyonda kanal yok, olan da hiç olmasa daha çok.
Meseleyi mesele görebilen bir avuç insan da dediğim koşullarda haberdar olabildiği kadarını üniversitede yürüyüşle, eylemle protesto ediyor. Ediyor etmesine, ama başkalarına da anlatabilme dahası aktarabilme olanaklarından tümden yoksun.
Peki şimdi?
Kürt de Kürtçe de yok diyorlardı o zamanlarda. Kürt değil onlar, Dağ Türkü deniyordu. Belki bazıları gerçekten inanıyordu buna. Fakat şimdi üniversitelerde Kürdoloji bölümleri, devlete ait Kürtçe TV kanalları var. Açılım mevzularıyla iştigal edildi senelerdir.
“Köyler yakılmadı, onlar kendiliklerinden çıktı gitti, köylerini terk etti” denmişti senelerce, sonra köye dönüş yasaları tazminat dosyaları derken, bir baktık ki valiliklerde, il özel idarelerindeki zarar tespit komisyonlarında “boşaltılmış köy listeleri” ortaya çıktı.
Şimdi televizyonda sayamayacağımız kadar çok kanal var. Cezaevleri hala basın emekçileriyle de dolu olsa, her görüşten özel radyolar, gazeteler var. Dahası bilgisayarlardan, akıllı telefonlardan sınırsız ve kesintisiz bir bilgi akışı. Sosyal paylaşım sitelerinden yapılabilen anlık paylaşımlardan bahsetmeye bile gerek yok. Bilgiyi neredeyse damardan alabildiğimiz bir halde yani durum.
Yani, eskiden bilmiyordu belki gerçekten bazıları. Ama şimdi bilmiyoruz, duymuyoruz, haberimiz olmadı diyebilir mi hiç kimse.
Anaakım medyanın, Hiç-Bir-Şey olmuyormuş, dahası olan da makbulmüş gibi yaptığı yayınlardan olan biteni takip etmek bir tercihtir. Orda anlatılanlara ya da anlatılmayanlara inanmak da.
Her tercih de bir sorumluluk. İnsanlık yanı başında yaşanan katliama sessiz kalıyorsa, bu artık sorumluluğundan kaçılamayacak kadar ciddi bir tercihtir.
Şimdi ben çok merak ediyorum; o sınıfların fotoğraflarını bir biz mi görmüyoruz.
Herkes görmüyor mu o fotoğrafları. Zaten herkese göstermelik çekilmemiş mi onlar.
Demiyor mu peki bu anaakım medya bilgisi, kim bu sınıftakiler diye. Oralar sınıf, öğrenciler evlere tıkılmış, sınıfların hali nedir böyle demiyorlar mı? Neye inandıklarından geçtim, bir çift gözün gördüğünden bahsediyorum.
Tek bir kelime. Beyninizde sürekli dönen. Yüreğinizi daraltan, nefesinizi kesen, kalbinizin daha hızlı atmasına neden olan o gerçek: Öldürülüyorlar. (ÖDM/HK)