Bireysel olarak yaptığı ve klibini çektiği "hêvîya te me", "Bêrî" ve "min te dîtî bû" çalışmalarının ardından Nurcan Değirmenci şimdi "Robar" adlı maxi single çalışmasıyla dinleyenleriyle buluşuyor: "Sesimize kulak verin, suya anlatacak hikayemiz var."
Batman e Batman e lêblê Gulê lêblê Gulê lê lê Batman e Batman e Sîng sedefê, dev biçukê, çav belekê, enî gewherê, Canê Batmana Kurda ye Lêblê Gulê, lêblê Gulê lê lê Sîng sedefê, dev biçukê, çav belekê, enî gewherê, Canê
12 Eylül darbesi yeni olmuş, askerin idareyi kanla devraldığı sıkıyönetim dönemi... Dışarı çıkmanın yasak olduğu, köşebaşında askerlerin devriye gezdiği sokaktaki evinin kaldırımında oturmuş, sözlerinin ne olduğunu anlamadan ezberlediği Kürtçe şarkıyı kuzeniyle birlikte söylüyor. Babasının "başımızı yakacaksınız" diye telaşa kapılıp azarlayarak içeri çağırdığı küçük kız çocuğu Nurcan Değirmenci'den başkası değil.
Henüz bir yaşındayken ailesinin İstanbul'a göç ettiği, Çapa'daki Tatar ve Boşnak göçmenlerin ağırlıkta olduğu sokakta tek Kürt ailesi olarak yaşarlar. Sadece anne ve babasının gizli bir şey konuşmak istediklerinde Kürtçe konuştuğu evde konuşulan dil Türkçe olduğundan Kürtçeyi bilmez.
Çocukluğundan beri şarkı söylemeyi çok seven Değirmenci, 1994'te Arif Sağ Müzik Evi'nde bağlama dersleri alarak müzikle tanışır. Amacı enstrüman çalmaktan ziyade şarkı söylemek olan sanatçı 1991'de kurulan Mezopotamya Kültür Merkezi'nden (MKM) haberdardır. 1995'te kapısından kursiyer olarak girdiği MKM'de 27 yıl devam edeceğinin farkında değildir.
Bir süre sonra beş arkadaşıyla birlikte Zazaki lehçesinde müzik yapacakları Venge Sodiri adlı grubu kurarlar. Grubun "Wayir" adlı albüm çalışmasında Zazaki şarkılarıyla yer alır. Grupla eş zamanlı olarak 11 kadından oluşan ilk Kürt kadın müzik grubu Koma Asmin'nin de kurucu üyelerinden olur. Yurt içi ve yurtdışında çeşitli konser, festival ve projelerde yer alır.
"Suya anlatacak hikayemiz var"
Gruplarının dağılmasının ardından bireysel çalışmalara ağırlık verirken kolektif çalışmalardan geri durmaz.
Şahiya Stranan, Koma Aheng'le çalışmalarını sürdürür. 2010 yılında Serhat Kural, Zelal Gökçe, Meral Tekçi'yle birlikte Baba Tahir Üryan'ın rubailerini besteledikleri Dubeyti albümünü çıkartırlar.
Bireysel olarak yaptığı ve klibini çektiği "hêvîya te me", "Bêrî" ve "min te dîtî bû" çalışmalarının ardından Değirmenci şimdi "Robar" adlı maxi single çalışmasıyla dinleyenleriyle buluşuyor.
Değirmenci akustik ve rock versiyonuyla söz ve müziği Ciwan Haco'ya ait Nazikê ile Goyan (Uludere) yöresinde söylenen, Seyda Goyanî'nin derlediği anonim eser olan "Hey Robar a" ile Spotify ve YouTube kanalından şarkılarını seslendiriyor.
"Nazikê" eserinde aranjör Alpaslan Türer ile "Robar a" için de Ümit Uçar ile birlikte çalışan Değirmenci, iki şarkı için Octomedya'dan Kerem Pola'nın yönetmenliğinde, Mardin'deki Dara antik kentinde, Hazro'daki Gelîyê Godernê ve Sülüklü Han'a ait Diyarbakır Alipaşa semtindeki restore edilmiş eski bir konakta olmak üzere üç klip çekmiş.
Suya anlat temasıyla hazırlığını yapan Değirmenci çalışmasının tanımını şöyle anlatıyor:
Hani nefes kesen, kan ter içinde uyandıran bir rüya gördüğünde bir türlü konuşamazsın. Toz bulutu arasında bölük pörçük görüntüleri hatırlayıp anlatmaya çalıştığında sesin kendine yabancılaşır. Suya anlat derler, tüm çıplaklığınla suya anlatmalı ki su onu bağrına basıp arındırsın, akıp gitsin, büyük denizlere ulaşsın, çoğalsın, zamansız, mekânsız bir aleme karışsın. Özlemi, hasreti dindirsin, umudu, aşkı, hayalleri büyütsün. Sular şahidimiz oldu, namuslu bir şahitlikti onunkisi. Ona nasıl davrandıysak bize o şekilde karşılık verdi. Yeri geldi bizi arındırdı, toprağımıza can verdi ama ona ihanet ettiğimizde affetmedi, girdabına alıp yutuverdi. Suya söyledik şarkılarımızı, nehirlere söyledik ki büyük denizlerde duyulsun sesimiz, çığlığımız büyüsün, kaybolmasın, yabancılaşmasın, kulaklara fısıldansın. Sesimize kulak verin, suya anlatacak hikayemiz var.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki...
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki iş akdi askıya alındı. bianet, Kültür Servisi ve Gazete TAZ’da yazıyor.
Tüm dünyada, bilhassa turizme endekslenmiş şehirler görsel ve işitsel kirliliğe boğulmuş vaziyette.
Günbegün kimliğini yitiren kentsel yaşam alanları birbirine benzeyen birer vitrine dönüşüyor.
Barınma aşırı pahalı bir emtiaya dönüşürken evsizler çoğalıyor, kentsel kalkınma projeleri aşırı zenginlerin servetine servet katıyor. Kamusal alanlar ve mekânlar artık şehrin ahalisine değil turizme, arabalara ve büyük kapital sahiplerine tahsis edilmiş oluyor.
Çok yönlü sanatçı Vladimír Turner "Kentsel İtaatsizlik Alet Kiti (Veřejně prospěšné práce/ Urban disobedience toolkit)" adlı belgeselde kamerasını Avrupa’nın en popüler turizm destinasyonlarından Prag’a yöneltiyor. 20 seneden beri “şehri geri alma” amaçlı avangart sanatsal faaliyetlerde bulunan Turner 2025 Çekya yapımı 81 dakikalık filmde kendisiyle hemfikir olup gerilla stilinde müdahalelerde bulunan başka sanatçılara da geniş yer ayırıyor ve bunun toplumu uyandırma misyonuna katkıda bulunmasını ümit ediyor.
Mevzubahis dokunuşlar estetik birer dekorasyon amacıyla kısıtlı kalmayıp radikal uyarılara dönüşüyor, gezegene hâkim teknokratik algılara karşı bir mücadele alanı oluşturuyor.
Kenti geri almak şart!
27. Selanik Belgesel Festivali'nin Agora bölümünde yer alan mütevazı belgeselin başında yönetmen Turner, takip ettiği sanatçıların her birinin kendisinden bağımsız davrandığını, dolayısıyla her birinin kendi hareketlerinden sorumlu olduğunu açık açık belirtse de aralarındaki uyumdan tam manasıyla hemfikir olduklarını kısa zamanda anlıyoruz. Filmde peş peşe sıralanan, muhtelif enstalasyonları ve performansları belgeleyen sekanslar şehrin gidişatından hiç memnun olmayanlarla bizi bir nebze tanıştırıyor.
Çekya’nın başkenti Prag’da barınmak sıradan insanlar için iyice zorlaşırken mütemadiyen yaygınlaşan Airbnb’ye gıcık olmamak ne mümkün! Sözkonusu organizasyonun ilk safhasındaki saflık yerini doyumsuz bir zihniyete çoktan bırakmış vaziyette; evinin bir kısmını değerlendirme amacıyla yola çıkanlar gittikçe azalırken birden fazla mekâna sahip olup işi ticarete dökmüşler çoğunlukta.
Küçük küçük sabotajlarla faaliyetlerini yürütenlerden bir tanesi, Airbnb müşterisinin kiraladığı mekâna girebilmesi için evlerin dış cephesine iliştirilmiş anahtar kasacıklarını elektrikli testereyle kesip alıyor, bu sayede fahiş kazanç sağlayanlara karşı ufak da olsa bir uyarıda bulunmuş oluyor. El konan anahtarların bir sanat eserinde yer aldığını da akabinde görüyoruz.
Fakat Turner mevzubahis aktivist dahil olmak üzere, kimliğinin gizli kalmasını isteyen tüm katılımcıların yüzünü seyirciye buzlayarak göstermeyi seçmiş. Hatta bazılarının teşhis edilmesine yol açabilecek, kollarında veya bacaklarındaki dövmelere de aynı muameleyi yapacak kadar hassas.
Birçoğunun sonradan izinsiz olduğunu öğrendiğimiz reklam panolarına pek şefkatle yaklaşmayanlara da yakından eşlik ediyoruz. Tüketimi tetikleyen bazı panolara maket bıçağıyla hızlı müdahalelerde bulunulurken, bilhassa seçim zamanlarında her yeri işgal eden politikacıların teşhir edildiği panolar layıkıyla fışkırtılmış boya lekelerine boğuluyor.
Işıklandırma terörü devasa bir reklam panosuna tırmananların kurbanı oluyor; projektörlerin yönü değiştirilerek panonun yanıbaşındaki devasa beton heykel zarafetle dikkat çeker hale gelirken reklamı yapılan otomobil karanlıkta kalıyor.
Robin Hood zihniyeti mi?
Toplumun dışına itilmekte olanlar marjinalleştikçe kent aktivizmi keskinleşiyor, itaatsizlik neredeyse bir meslek haline dönüşüyor. Aralarından bir tanesinin sanat adının Robin Hood olmasına şaşırmamak lazım.
İklim değiştikçe şehirler iyice nefes alınamayan cehennemlere dönüşüyor, mütemadiyen keşmekeş ve gürültünün içinde yaşayanlar olabildiğince sağlıksız bir ortamda hayatlarını idame ettiklerini idrak etmekten muhakkak ki uzak kalıyorlar.
İnsan nüfusunu adeta aşan sayıdaki arabaların vızır vızır geçtiği yollarda ses ölçümü yapan aktivistler her ne kadar ses kayıtlarını sanatsal dışavurumlarının ana unsuru haline getirseler de, belgesel seyircisinin farkındalık düzeyini de yeterince yükseltiyorlar. Alıştığımızı sandığımız şehir uğultusunun ömür törpüsü olduğunu kim inkâr edebilir?
Kara yolunda trafik akışını aksatmayacak oranda, beyaz fon üstündeki kırmızı oklu dikdörtgen trafik işaretleri saplarından ayrılarak bir binanın yan cephesinde heyula gibi bir mozağiye dönüşüyor. Muntazaman yan yana dizilmiş olsalar da, her biri ayrı bir yöne bakan oklar, hayatlarımızın yönünü bize empoze edenlere karşı sanki bir seçenekler silsilesiyle cevap veriyor.
Kaldırımlar, restoranların, kafelerin, barların masa ve sandalyelerinin işgaline maruz kalırken teşhircilik tavan yapıyor; tüm dünyada moda olan markalar tektipliliğe özendirirken sıradanlık sanki prim yapıyor. Kent içinde ve çevresinde yeşil alanlar hızla azaldıkça insan elinin değmediği coğrafyalar tükeniyor, çoğu, turistlere yönelik temalı parklar veya resmen otopark haline geliyor.
Gayet agresif Slovak rap parçaları en başta olmak üzere muhtelif müziklerle bezenmiş belgeselde dinamik çekimler ve montaj bizi aktivistlerin dünyasına gerektiği ölçüde dahil ediyor.
Görüntülerin ve seslerin sinerjisi One World festivaline de katılmış filmin tonunu güçlendirirken statükoya karşı tavır almak isteyenlere yönelik, en azından ilham verici bir seviyeye ulaşıldığı kesin. Fazlasıyla teknolojiye teslim olmuş ve yabancılaşmış hayatlarımıza çeki düzen vermenin vakti geldi de geçiyor!
Şair ve yazar Lal Laleş, edebiyatla, çevirileriyle ve yayınevi çalışmalarıyla Kürtçe yazın dünyasına katkı sunmaya devam ederken, bu kez gitmek ve kalmak üzerine kaleme aldığı ikili kitabıyla okurları derin bir iç yolculuğa çıkarıyor.
"Gitmek mi zor kalmak mı?" sorusu Neredeyse Shakespeare’in ‘olmak ya da olmamak’ gibi hayatın en temel can alıcı meselelerinden biri olmuştur.
Şiirlere, şarkılara, filmlere, romanlara ilham konusu olduğu gibi kimi zaman da bir karikatür karesine can vermiştir. “Bazen her şeyi geride bırakıp uzaklara gitmek istiyorum” diyor kadın. Erkek cevaben “Dükkân olmasa ben de gelirdim. Dükkân var, dükkânı kime bırakacağım” diyor. Kimi zaman anlaşılmaz ne demek istendiği.
Bir diyardan gitmek olur adı, kimi zaman da bir insandan, bir hikâyeden, tekinsiz bir aşkın esaretinden, bir bakıştan, bir çift gözden, bir gönülden gitmek. Çoğu zaman içinden çıkılması zor durumlarda benim de düşer aklıma; her şeyi geride bırakıp gitmek düşüncesi ağır basar, çok geçmeden geride bıraktığım bir şey olmadığını hatırlayıp vaz cayıyorum ya da bırakacağım çok şey olduğunu.
Sonra da bir bakıyorum ki yine olduğum yerde kalakalmışım. Bazen şairin dediği gibi ‘gidendir terk edilen’ bazen de ‘kalandır terk eden’. İç içe geçmiş bir durum zannımca.
Nitekim aşka, ayrılığa, yaralara, iyileşmeye, yaşama tutunmaya çalışan kısacası hayata dair özlü ve güçlü aforizmaların yer aldığı ikili kitabı Gidenleri –"Kalanları Rahat Bırakma Kılavuzu"nun imzası için Kitap Fuarı’ndaki standta gördüğüm Lal Laleş “Gidenler için mi kalanlar için mi diye imzalayayım?” diye sorduğunda hiç düşünmeden “Kalanları rahat bırakın” dedim. Kitabı okuduğumda ise aslında bazen giden, bazen kalan, bazen de Arafta kaldığımı gördüm.. Giden de kalan da arada kalan da sizsiniz sonuçta.
Lal Laleş’i Diyarbakır’a geldiğim 2000’li yılların başından itibaren tanıyorum. İsmi; şair, yazar kimliğinin yanı sıra Kürtçe çeviri kitaplarının editörlüğüyle bilinen ve 2004’ten bu yana genel yayın yönetmenliğini yürüttüğü Lîs Yayınevi ile özdeşleşmiş bir durumda. Son beş yıldır da edebiyat buluşmalarının gerçekleştiği Wejegêh Amed’in (Diyarbakır Edebiyat Evi) öncülüğünü yapıyor.
Laleş’in Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ikili kitabı Gidenleri Rahat Bırakma Kılavuzu-Kalanları Rahat Bırakma Kılavuzu okuruyla buluştu. Wejegêh Amed’de buluştuğumuz Laleş’le gitmek, kalmak, Kürtçe yazın dünyası ve hayata dair söyleşiyi buraya bırakıyorum.
"Ya maruz kalmışız ya da maruz bırakmışızdır"
Öncelikle yeni kitabınız uğur getirsin. Kitabın serüveni nasıl başladı? Nasıl bir motivasyonla yazdınız ve nereden çıktı bu gitmek-kalmak mevzusu?
Teşekkür ederim iyi dilekleriniz için. Semih Gümüş’ün yönettiği Ogitto’ya ayda bir şiir, öykü ve denemenin imkânlarını kullanarak hazırladığım metinleri gönderiyordum. Gidenleri Rahat Bırakma Kılavuzu’nun 10-15 maddesini yazıp orada yayınlamayı düşünmüştüm. İlk tohumlar orada atıldı. Tamamlayıp e-postayı göndereceğim anda birden aklıma başka bir fikir düştü. Bu aslında insanlığın temel meselelerinden biri, bir yazıda heba edilecek bir mesele değil diye düşündüm. Bu bahsettiğimiz meselenin hemen hemen herkes öznesi, faili, ortağıdır.
Çünkü ya maruz kalmışız ya da maruz bırakmışızdır. Bu düşünceyle oraya göndermekten vazgeçtim. Sonra uzun bir süre dönüp bakmadım. Hatta o metinleri de yazmayı bıraktım. Ama hem kişisel gündemimin hem de toplumsal gündemin yoğunluğuna rağmen fikir beni yoklamaya devam etti. Öğretmenliği bıraktıktan sonra yazmak istediğim kitapları, onlara nasıl bir yerden yaklaşabileceğimi yeniden düşünme fırsatı buldum. O maddeleri dönüp tekrar okudum. Yaklaşık beş yıl sonraki zihin ve deneyimle yazmaya başladım.
Bir süre sonra şunu fark ettim. Ben o niyetle yazmama rağmen bazı maddeler “Gidenleri Rahat Bırakma Kılavuzu”nun bir maddesi olamıyor, onun dışında duruyor, bir şekilde orayı reddediyordu. Bunların sayısı gittikçe arttı. Bir sabah kalktığımda kafama dank etti.
Bu meselenin bir de kalanları vardı. Gidene o kadar konsantre olmuşum ki kalanları unutmuşum. Gidenlerin içine giremeyen o maddelerin aslında “Kalanları Rahat Bırakma Kılavuzu”nun maddeleri olduğunu fark edip yeni bir dosya açtım. Hepsini ayıklayıp yeni dosyaya yerleştirdim.
Gidenleri yazdıkça oraya ayak uyduramayan, doku uyumu gösteremeyen maddeleri diğer dosyaya kaydetmeye başladım. Gidenleri bitirdiğimde kalanlarda 35 madde birikmişti bile. Bu kez tekrar kalanları bir kitap olarak düşünüp yazmaya başladım.
Sonunda ikisini de bitirdiğimde dosyalar bir madalyonun iki yüzü gibiydi. Dolayısıyla ikisi arasında geçişi sağlayacak köprüler kurdum.
İki kitap arasında bir nevi bağı kuran illüstrasyonlar Anita Sezgener’in imzasını taşıyor. Bu çizgiler kitabın anlatımını güçlendirdiği gibi bir de tamamlanmamışlık hissini veriyor.
Kitap bittiğinde bir şekilde bir eksiklik olduğunu düşündüm. Çizerler aslında aynı zamanda iyi de birer anlatıcıdır. Ben onların çok az çizgiyle büyük olayları anlatmalarını hayranlıkla izlerim. Şair ve çizer dostum Anita’dan Kılavuz’u çizmesini rica ettim. “Okuyup ilgimi çekerse, dert ettiğim bir şeyse denerim” dedi.
Dosyayı aldıktan sonra büyük bir heyecanla denemek istediğini söyledi. Anita, kendi çizgi dünyasını şiirlerin içine yerleştirerek giden ve kalanları yeniden yazmış oldu bana göre. Başka bir sanatçı kendi hikâyesini kurmuş oldu. Kitapta çizimler şiirlerin arasına değil, her bir kitabın bitimine yerleştirildi.
Bu nedenle iki ayrı yüzün bir araya gelip temas ettiği kitap ortasında sadece çizimlerden oluşan bir ara bölge ile karşılaşıyoruz aslında. Bu anlamda iki kitabın buluşmasında, ikisi arasındaki köprülerin, geçitlerin açılmasında Anita’nın çizgilerinin etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum.
"Bu kitap kendime de kurmak istediğim tuzaklar içeriyor"
*Lal Leleş ve Bircan Değirmenci
Kitaba ilişkin nasıl tepkiler aldınız? Sonuçta bir şekilde herkesin bir tarafında durduğu bir mesele.
İçeriğini okumadan birçok insan kendine göre giden ya da kalan diye bir yer, belki taraf tayin ediyor. O mevziiyi sağlamlaştırarak karar veriyor ve o duyguyla okumaya başlıyor.
Ama gerek okurlarımdan gerekse birebir tanıdığım insanlardan da “kendimi kalan zannediyordum, meğer gidenmişim” ya da “kendimi giden zannediyordum meğer kalanmışım” gibi yorumlar aldım. İnsanların bu tepkisi benim kitaba tekrar başka bir yerden yaklaşmama neden oldu.
Sezgilerim bana şunu söylüyor: Aslında insanın bir döneme dair ruh hali, ihtiyaçları, yapmak istedikleri, yapamadıkları, aklına koydukları ona giden ya da kalan olduğuna dair bir yaklaşım kazandırıyor. Üzerinden zaman aktıkça, o hatırayı tekrar yokladığında hatırladıkları farklılaşıyor, o duruma dair duyguları değişiyor.
Yaşayabildiği ya da yaşayamadığı yasa, bir yerde melankoliye dönüşen başka birtakım duyguları içeren o ruh haline dönüp tekrar baktığında, o günle bugün arasındaki tanımlamalarının değişimini fark ediyor, o anlamda hareketinin rotası başka bir hal alıyor ya da başka bir kalmayla başka bir gitme tahayyül ediyor.
Bir açıdan Kılavuz’u okuma deneyimi, tecrübe ettiğimiz ruh hallerinin üzerine gitmeyi, keskin çizgilerin farklı eğilimlerini, belki de gelecek hayatımıza dair başka pencereler açmamızı, o pencerelerden arzu ettiğimiz, kalbimizi çelen şeylere seslenme imkânı sunabilir. Bu da çok kıymetli bir şey.
Sizce bu bir hesap kapatma mı yoksa bir yaranın kabuğunu kanatma mı?
Bu sorunun cevabı parmak izi kadar kişiye özgü. Bir yası tutabilmenin önemli kazanımlarından biri hesap kapatma ihtimalinin ortaya çıkması. Ve oradan başka bir yere başka bir deftere sıçrayabilmek. Mesela bizim memleket insanına dönüp baktığımızda yas tutma imkânı zor bulunur, hatta tutulamayan yası dondurmak vardır.
Bizde bir nebze mürekkep yalamış insan bile hesap kapatma deneyimi ve düşüncesini pratiğe döktüğü vakit zaman zaman aynı defterde yeni bir hesap açmayı denemeye çalışır.
Oysa belki de defteri değiştirmek gerekir. Eski deftere hakkını vererek bir tarafa kaldırmalı, bir şekilde hakkaniyetli bir yerden yüzleşerek tarihe emanet etmeli. Elbette bu meseleler kolay kolay başarılan meseleler değil. Bu nedenle bir hesabı kapatma özverisi, kendine olan inancını koruyarak tutturabilir gibi geliyor.
Edebiyatçılar bir kelimeyi, bir paragrafı atmaya yanaşmazlar; dostluklarda, ayrılıklarda gidenler ve kalanlar da zaman zaman kendinden bir parçayı kolay kolay kesip atmayı, bırakmayı, onu kendi kaderine bırakıp o cümlenin de kendi içinde başka bir yolculuğa çıkmasına izin vermiyor.
Oysa aksi bir rahat bırakma hali, toplumun ve bireyin çağdaş kendini yeniden inşası, donatması ve ilk insandan beri var olan aşk, ölüm, kıskançlık gibi duyguların yeniden tanımlanması ve o yeni anlamlarıyla kendine yeni biçimler kazandırarak hayatın belki de daha yaşanılır hal almasına kapı aralayabilir. Ama kederden beslenen bir cemaat olduğumuz için kolay kolay orayı bırakmıyoruz.
Bir kutsama hali de var
Elbette genetik olarak da atalarımızdan bize geçen birtakım kodlar var. Biz zaten o hikâyelerle, kodlarla kendimizi kurmuşuz. Orayı parçalamak, bozmak, yıkıp, çıplak, apaçık bir yerden ifade olanaklarını bulmak ve o kutsallığı kırmak gerek. Tam da bu Kılavuz’da ‘rahat bırakmanın’ birçok metaforik anlamı olmakla birlikte içinde taşıdığı temel sorulardan biri de kutsalı öldürmenin ama onu öldürürken de yerine yeniden, yeni bir kutsalı ikame etme çabasına girmeden bunun nasıl mümkün olacağını düşünmek. Bu mümkün mü?
Bu kadar hızlı, her şeyi bozup deforme ettiğimiz, genetiğiyle oynadığımız, unutmayla-hatırlama arasında ciddi bir şekilde yer değiştirdiğimiz bir zamanda mümkündür, evet. Böylesi bir mümkünün kıyısına geldiğimizde kendi içimizdeki o doğal hayvan olan, yeni bir şeyle göz göze geldiğinde heyecanlanan, bozulmamış insanı, o yeni yere nasıl taşıyabiliriz.
Kılavuz’un meselelerinden bir tanesi de bozalım, yol alalım ama tüm bunları yaparken tabiri caizse nasıl çirkinleş(tir)meyebiliriz. Nasıl kötülüğün inşasına ortak olmayabiliriz ya da kötücül bir enerji ve dünya inşa etmeyebiliriz? Biraz oradan dönüp tekrar bakılması gerektiğini düşünüyorum.
Yazarken kalan olarak mı, giden olarak mı yazdınız?
Aslında bu kitap bana; tanımak, anlamak, empati kurmak, hak vermeyi bilmek gibi hayatımızın bir döneminde yoksun olduğumuz için kırıp döktüğümüz şeylere tekrar bakabilmeyi öğretti. Bir yerde aslında kalan ve giden bir döngü içindedir, med-cezir gibi bir haldir. İnsanın başına bir kere gelen bir şey değil, birkaç kez gelen ama her insanın başına geldiği vakit de yeni ne öğrenebilir, yeni ne katabilir, ayrıldığı yeri nasıl daha temiz, sakin ve huzurlu bırakabilir diye üzerine düşünerek iyileştirebileceği zihinsel ve duygusal evrim süreçleridir.
Tabii bunlar biraz da benim gibi hayatı ağır yaşayan, toprakla bağı biraz daha kopmamış bir insanın düşünceleri de olabilir. Denize girerken ayaklarımın değdiği yerlerde yüzmeyi seviyorum. Buna belki konfor, belki sağlamcılık, maceradan uzak, kökle güçlü bir bağ, inat da diyebilirsiniz.
Birçok boyutu olan bir şey ama belki de insanın ayaklarının yere değmediği yere doğru yüzmesi ve kıyıdan uzaklaşması gerekir. O anlamda bu kitap kendime de kurmak istediğim tuzaklar içeriyor. Yüzleşme de diyebiliriz.
Ama sanki bitmemiş devam edebilecek bir şey.
Kılavuz’u yüz madde olarak düşündüm, ben 99’unu yazdım, 100. maddeyi de okura ve onun deneyimine bıraktım. Kılavuz’un yaşayan tarafı da aslında her okurun kendi yazacağı maddedir. Birçok insan boş bıraktığım maddeyi doldurup bana gönderiyor. Biriktiriyorum onları. Diyelim ki hazırladık, yenisini yayınladık, yine bu masaya otursak yine bitmedi diyeceğiz. Çünkü bitmez bir mesele bu.
Kürtçe yazdığınız Berbejna Rê (Yol Kaçağı), Deqên Qesas (Katil Dövmeler) ve Matmayînên Ronya (Ronya ve Afallamaları) kitaplarını yayınladıktan sonra Nora İstanbul Bir Hiçtir’le Türkçe olarak okur karşısına geçtiniz. Sizi artık nasıl Kürtçeyle özdeş görmüşlerse bu çoğu insan tarafından eleştirildi. Sizin dille- dillerle ilişkinizi nasıl tanımlarsınız? Ayrıca bu kitapla eş zamanlı olarak Lîs Yayınları’nda Kürtçe Talibên Eşqê adlı Kürtçe şiir kitabınız yayınlandı. Bunu yaparken bir tedirginlik hali mi mevcuttu?
Tedirginlik diyemem. O dönemde kıyamet koparanların büyük bölümü müstear isimlerle bana hakaret içeren eleştirilerde bulundu. İnsanların Kürtçeye karşı hassasiyetleri, benim sadece Kürtçe yazmam için üstüme gelmeleri kıymetlidir. Sonuçta ben yaklaşık 20 yıldır yayıncılık yapıyorum.
Kürtçenin daha görünür olması, okunması için farklı çabalar içindeyim. Bu pozisyondan Kürtçe okurun gelip bana hesap sorması çok değerli ve anlaşılır bir şey. Ancak diğer yandan benim hayattaki duruşum, dillerle ilişkim, halklarla ilişkim, edebiyatı kavrayış ve bakışım açıktır.
Benim çok dilli çok kültürlü insanlar arasındaki diyaloğu, karşılaşmaları, buluşmaları, dillerin birbirleriyle karşılaşıp çarpışmalarını ne kadar sevdiğimi bilmemeleri ve Kürtçe dışındaki metinlerime bir takım milliyetçi reflekslerle cephe almaları gün sonunda çok fazla üzerinde durabileceğim bir mesele değil. Yoksa ana dilde yazmanın felsefesini, mantığını hele hele yüzyıllık yasak yaşamış bir dilde bir metin üretmenin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu gündelik hayatta pratikte yaşamış bir insanım.
Bir şey daha var. Ben ilk yazmaya başladığımdan beri iki dilli yazan, iki dilli düşünen ve iki dilde de hayatla bağları, dostlukları olan bir insanım. Bu durumun beni sözcük dağarcığı, kültürel nüanslar, dilsel oyunlar ve anlatı dünyaları açısından ne kadar zenginleştirdiğini çok iyi biliyorum.
Talibên Eşqê ile de Kürtçeyi muhafaza etmekten vazgeçmeyeceğinizi anlıyoruz.
Bu ilk yazmaya başladığım Kürtçe kitaptır. Tohumunu 30 yıl önce atmıştım. Ama araya başka kitaplar girdi. Sonra o serüveni, o aşkı, o direnme biçimini, tekrar gündemime alıp bu kitabı bitirdim. Elbette ikisi birlikte yayınlama arzumun bana göre bir takım sembolik değerleri vardır.
Ben kendi okuruma ve bana inanan insanlara bu iki dilde de yazmaya devam edeceğimi ve yazmak istediğimi, bu serüvenimi sürdüreceğimi de duyurmak istedim. Benim için soru Kürtçe düzyazıda yol alıp alamayacağımdır. Yani eğer yazma imkânı ve zaman bulabilirsem üzerinde çalıştığım Kürtçe romanlar var, bunlar da umuyorum peyderpey ortaya çıkacak.
Sizi 20 yılı aşkın süredir Kürtçe edebiyat için verdiğiniz emekle tanıyorum. Yayınevinin yükünü yıllarca taşıdınız. Kentteki birçok şeyin misyonunu üstlenmiş durumdasınız. Haliyle bu durum sizin şair v e yazar tarafınızı ihmal etmenize neden oluyordur. Kendinize haksızlık etmiş olmuyor musunuz? Bu bir engel değil mi?
Çok büyük bir engel. Aslında yazının dışında bir kültür insanı olarak yaptıklarım aklımda, zihnimde bir şekilde beni rahat bırakmayan birçok kitabı yazmamı engelliyor. Şu iki kitabı da tüm bu bahsettiğiniz meselelerin dışında gece uyumayarak, sabah erken kalkarak yazmaya çalıştım.
Şu an belki o motivasyonu bulup bunu yapabildim ama üç yıl sonra psikolojik olarak ya da başka nedenlerden dolayı o gücü bulamayabilirim. Bir yol ayrımına da gelebilirim. Yazarlıkla Diyarbakır’daki bir edebiyat evi, Kürtçenin yazın ihtiyacını karşılayacak bir yayınevi arasında bir tercihte de bulunabilirim.
Ama biz toplumsal varlıklarız. Neredeyse ilk doğduğumuz andan beri büyük bir mücadelenin, var olmanın hayatta yeni şeyler eklemenin direnciyle büyümüş insanlarız. Gözümüzü açar açmaz yasaklarla, haksızlıklarla, hukuksuzluklarla karşılaşıp buna karşı itiraz dilini ve bunları ortadan kaldırabilecek o arzu etmediğimiz antidemokratik dünyayı ortadan kaldıracak alternatif direniş biçimlerini düşünmekle geçirmiş bir kuşağın insanlarıyız.
Yani yayınevinden, edebiyat evinden ya da bu tip meselelerden kolay kolay vazgeçip sırtını dönmek de o kadar mümkün olmuyor. Elbette şunu çok isterdim. Bu bahsettiğimiz şeyleri yapabilecek donanımlı genç bir ekip olsun ben de artık bir köşeye çekilip o aklımdaki romanları yazmayı isterdim.
Böyle bir ekibin oluşması çok mu zor? Neler yapılması gerekli?
Böyle bir ekibin oluşması tamamen ekonomik ve kültürel politikaların doğru kurulması ve şekillenmesiyle mümkün. Burada dönüp acaba bizim nasıl bir kültür politikamız var, bunun açmazları, eksikleri ne, neler yapmamız gerekiyor, kalıcı kurumsallaşma ve gelecek nesillere bir miras bırakmanın yolunu yordamını, ekonomik koşulları nasıl oluşturabilir? Bence tüm bu meselelerin odağında kültür meselesi var.
Bir yerde bilgi, deneyim ve o entelektüel dünyanın inşasındaki araçlara erişimle alakalı bir durumdur. Maalesef biz oralarda neredeyse emekleme dönemindeyiz.
Kimlere ya da hangi kurumlara iş düşüyor?
Elbette pek çok kişiye. En başta siyaset mekanizmasına, yerel yönetimlere, üniversitelerde bu alanlarda özellikle kültür ve sosyal politikalar meselesine kafa yoran, akademik çalışma yapanlara büyük bir görev ve sorumluluk düşüyor.
Son olarak Türkçe ve Kürtçe kitaplarla yola devam mı?
Kürtçe ve Türkçe kitapların devam gelecek ama büyük oranda düzyazı metinlerim Kürtçe olacak. Bazı kitapları da iki dilli düşünüyorum. Şu anda üzerinde çalıştığım bir çocuk kitabı var. Onu iki dilli yazmayı düşünüyorum. Onu da denemek istiyorum.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki...
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki iş akdi askıya alındı. bianet, Kültür Servisi ve Gazete TAZ’da yazıyor.