Uzun yıllardır bu ülkede bir nükleer enerji ve doğal olarak da nükleer santral konusu tartışılıp duruyor. Dışa bağımlı hale getirilmiş enerji seçenekleri yüzünden – ki bu yıllardır özellikle tercih edildi- “Diğer ülkelerin nükleeri var bizim niye yok”, “enerji açığımız var” gibi aslı astarı olmayan açıklamalar yapıldı. Hadi enerji açığımız var diyelim, ama çözümünüz çözüm değil…
Bu gün yine “bizim kalkınmamızı istemiyorlar”, “böyle giderse yakında karanlıkta kalırız” gibi “umacı yalanları” ile gündemi belirlemeye devam ediyorlar. Sonuçta Sinop’ta, Akkuyu’da, İğneada’da üç adet nükleer santral yapılmak isteniyor. Akkuyu’dakinin yapımı devam ediyor.
Yakın tarihimizde yaşanan nükleer felaketler bağlamında, yöresine sahip çıkma adına duyarlı insanların yıllardır verdiği mücadeleler bir yana, Elektrik Mühendisleri Odasının son Nükleer Enerji Paporu’ndan bir kaç cümle durumu özetliyor: “Dünyada elektrik üretiminde nükleerin payı 1996 yılında yüzde 17.6 iken, bu oran günümüzde yüzde 10.8 e gerilemiştir. Kurulu 438 nükleer reaktörden, kazalar nedeniyle devrede olmayanları saymazsak, aktif olan 391 reaktörden 250’sinin yaşı 30’un üzerindedir. Yani ortalama santral ömrünün 40 yıl olduğu dikkate alındığında, nükleer santral devrinin kapanmakta olduğu açıktır”.
Son yirmi yılda artan bir ivmeyle gelişmiş ülkeler, nükleer enerjiden vaz geçerek santrallerini kapatıyorlar. Ömrünü dolduran santralleri de yenilemiyorlar. Onlar sadece yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yaparken, kısıtlı sayıda nükleer santral Asya ülkelerinde planlanıyor. Kendi ülkelerinde artık iş yapamayan ve iflas etmek üzere olan Fransız ve Japon şirketleri de Türkiye’ de ihale alarak nükleer santral yapmaya girişiyor.
Biz devri kapanan teknolojiyi yabancılara kurdurup, beş-altı yıl sonra nükleer enerji üretmeyi hedeflerken; 40 yıldır bu teknolojiye sahip Almanya beş-altı yıl sonra son nükleer santralini de kapatmayı planlıyor. Aynı teknolojiye sahip Fransa’da bırakın yeni santral planlamayı, enerji üretiminde en büyük paya sahip santrallerin çoğu 40 yıllık ömürlerini doldurduğu için kapatılmaları tartışılıyor. Çalışma sürelerini 10 yıl daha arttırabilmek için rehabilite edilmeleri bile Fransız kamuoyu tarafından kabul edilmiyor. İsviçre 2034’e kadar mevcut beş reaktörünü kapatacağını söyleyerek, nükleer enerjiden kademeli olarak vazgeçeceğini, Belçika ise 2016-2025 yılları arasında nükleer enerjiden tamamen vazgeçeceğini açıkladı daha önce.
Japonya 2011 Fukushima nükleer felaketinden sonra 52 santralin tamamının faaliyetlerini durdurmuş, kalan 2 santrali de geçici olarak kapatmıştı. Hala yaşadıkları travmayı atlatabilmiş değiller. Uzun yıllar boyunca da atlatamayacaklar çünkü etkilerini hala yaşamaktalar. Kazanın Tohoku Depremi sonrası oluştuğunu da geçerken belirtelim ki kulaklara küpe olsun!
En büyük nükleer felaket Çernobil’i artık söylemeye bile gerek yok. Etkilerini hala biz bile yaşamaktayız... Fukushima felaketi sırasında Japonya Başbakanı olan Naoto Kan, Türkiye’ye nükleer santral yapımı için Japon teknolojisini önerdiği için çok pişman olduğunu açıkladı ama artık onu dinleyen yok.
Peki, herkes nükleerden vazgeçerken; güneşi ayda birkaç kez görebilen ülkeler bile güneş ve rüzgar enerjisine, yani geleceğin enerjisine yönelirken, biz kurmak için neden bu kadar can atıyoruz? Neden mevcut ortalama elektrik alım fiyatlarının yüzde 50 daha fazlası alım garantileri ile anlaşmalar yapıyoruz? Dışa bağımlılığımız azalacaksa hadi eyvallah diyelim! Ama o da yok!
Geçmiş tarihlerde, nükleer santrallere haklılık kazandırabilmek için ülkemizde zengin uranyum-toryum yatakları olduğu açıklanmıştı memleketi idare edenler tarafından. Uzun bir süre bununla oyalandık durduk. Evet, 1950’li yıllardan bu yana yapılan saha çalışmalarda Türkiye’nin 4-5 bölgesinde (rezervler çok az olmakla birlikte) uranyum bulundu ama bunu üretmek ve ayrıca nükleer yakıta dönüştürmek öyle kolay iş değil. Yıllar önce bu konuda yapılan çalışmalar da durdurulmuştu. Bu anlamda yakıt konusunda da dışa bağımlı bir teknolojiden bahsediyoruz. Nükleer santral anlaşmalarındaki; ülkemizde üretilmeyen ve tek kaynaktan temin edilmesi zorunlu olan yakıt çubukları maddesi durumu açıklıyor. Ayrıca dünya uranyum rezervlerinin de 40-50 yıllık ömrü var.
Dezenformasyon konusundaki uzmanlığımızın tarihi çok eskilere gider. Gün gelir petrol denizlerinde yüzeriz. Öyle ya komşularımızda var da bizde niye olmasın (arz-ı endam eder işe her yeni başlayan enerji bakanı yeni bulunan ‘yüksek graviteli’ bir petrol kuyusunun başında. Bereketli ve uğurlu biri olduğu kazınır beyinlere. Üç gün sonra suya dönüşür çıkan sıvı ama o haber olmaz artık). Gün gelir Karadeniz Dağlarında milyonlarca ton altınımız yatar, gün gelir Güneydoğu Bölgesinin zengin maden yataklarıdır kavganın esas nedeni! Bizi çekemeyenlerdir yıllardır bunları bulup çıkarmamızın engeli! Altını Almanlar engeller, petrolü İngilizler ve Amerikalılar. (Peki kimler verdi petrol ruhsatlarını yabancı şirketlere!). Zamanında bulunan petrol kuyularına çaput tıkayıp giden Rusları da unutmayalım bu arada. Yedi düvel yıllardır işini gücünü bırakmış bizimle uğraşır vesselam.
Peki sormazlar mı insana; sen hayal peşinde koşacağına, dünyanın en kaliteli bor madeni, üstelik dünya rezervlerinin yüzde 73’ü senin ülkende. Neden gerektiği gibi değerlendiremiyorsun? Neden yüzde 6 rezerve sahip ABD, dünya pazarının yüzde seksenine sahip? Önce elindekini bir değerlendir bakalım! İzin vermiyorlar mı? Hay Allah! Bu kapitalist-emperyalist sistemin de canı cehenneme desek o da bize uymaz!
Peki, gerçekten nedir bu nükleer ısrarının nedeni? Yine bizim bilmediğimiz, anlamadığımız derin mevzular mı var? Her açıdan riskli ve dışa bağımlı bu teknolojiyi kurmak zorunda mıyız? Başka ülkelerin ve insanlığın deneyimlerinden yararlanmak ve güvenli bir coğrafyada yaşamak, bu ülke insanının hakkı değil mi?
Ne demişti Nazım Usta:
Kapayın pencereleri sımsıkı,
Çocukları sokaklara bırakmayın,
Yağmurlar ölüm taşıyor tohumlara,
Paslı yağmurlar yağıyor.
Yağmurları temizlemeli,
Yine gümüş gibi parlatmalı yağmurları,
Yağmurlar yine yalnız güneşi taşısın tohumlara,
Çocuklar yine koşabilsin yağmurların içinde,
Pencereleri yağmurlara açabilelim yine… (Şİ/HK)
* Fotoğraf: Beyza Kural / bianet-Arşiv