Altı aydır sürüp giden Ukrayna’daki savaşın ortasından, barışla ilgili bir yazı yazmak, sanıyorum yazıların en zoru olsa gerek. Çoğu insan daha şimdiden bu sözlere belki gülmüştür: “Ne var kardeşim otur klavyenin başına yaz o güzelim barış dileklerini."
Öncelikle konusu barış olan bu yazıyı burada yazacak son kişi olmak isterdim. Ukrayna’nın yerli birileri tarafından bu yazının yazılması en iyisi olacaktı ama gel gör ki şu an için bu pek mümkün gözükmüyor.
En azından ben böyle düşünüyorum. Ukrayna ‘da bütün muhalif partiler ve sesler kapatılmış, susturulmuş durumda. Oğlun babayı, kardeşin kardeşi hainlikle, işbirlikçilikle suçladığı, her gün bombaların atıldığı, roketlerin fırlatıldığı bir ortamda barış sözcüğünü kim ağzına alıp yazabilir ki?
Kim barış istemiyor?
Barışın ekmek ve su kadar, hatta onlardan da önemli bir şey olduğunu insan ancak yaşayınca anlıyor. Buradan kaçmayan ya da kaçamayan insanların tek istedikleri benim gibi yaşamak.
Daha düne kadar aynı ordu içinde Hitler faşizmine karşı birlikte mücadele eden iki halk birbirlerine düşman oldular ya da düşman edildiler. Savaşın başında yerli birisi, iki halk arasında yaratılan düşmanlığın en az iki nesil süreceğini söylemişti. Sanıyorum bu düşünce gerçek olacak. Bu savaş bir biçimiyle sonuçlansa da etkileri on yılları alacak.
Barışı bu topraklarda kimler istemiyor? Cevabı savaşta çıkarı olanlar diyebilirim. Peki nasıl bir çıkar peşindeler ve bunlar kimler? Savaş öncesi ve sonrası milyarlarca dolarlık silah satanlar, silah tüccarları, savaş ortamında kasalarını dolduran soyguncular, kapitalistler, bu ülkenin güzelim topraklarında gözü olanlar.
Milyonlarca insan, yerinden yurdundan edildi. Parası pulu olanların keyifleri yerinde, çoğu kaçıp gitti ama halk gördüğüm kadarıyla büyük bir sıkıntı içinde.
Eşinden, çocuğundan, yakınlarından ayrılanlar üzüntü ve keder içinde yaşıyorlar. Kadınlar başlarına bağladıkları derin acısını ifade eden siyah kurdelelerle dolaşıyorlar. Oğullarını, sevdiklerini bu savaşta kaybettiler.
Bu yazıyı gecenin bir saatinde çevremde çok güçlü patlayan bombaların sabahında yazıyorum. Altı aydır neredeyse geceleri patlama sesleri olmadan uyuduğumuzu hatırlamaz oldum. Üç beş saat bu sesler kesilince içimde bir umut, hayal oluşuyor, acaba bu sesler kesilecek mi diye hayaller kuruyorum. Her seferinde hayal kırıklıkları ile aynı sesleri yeniden işitiyorum.
"Savaşta önce gerçek olur"
En zorunda bu olup bitenleri anlamak. Aradan neredeyse yedi sekiz saat geçmesine karşın hala ne olduğunu anlamış durumda değilim. Hem de bütün basını taramama karşın.
Anlayabilecek miyim ondan da emin değilim. Üstelik hadi bunları anladım bunları yazabilecek miyim ya da Türkiye deki insanlarla paylaşabilecek miyim? Emin değilim. Çoğu insana boş bir söz olarak gelir ama derler ki “savaşta önce gerçekler ölür." Sanıyorum bu sözün gerçekliğini tüm çıplaklığıyla tam da burada yaşıyorum.
Bir kez daha savaş dili karşısında barışın dilinin kullanılmasının ne kadar zor olduğunu anlamış bulunuyorum. Bütün muhalif seslerin kesildiği, bağımsız, tarafsız değil ama nesnel olarak durumu görmenin ve dile getirmenin ne kadar zor olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Şimdilerde buralarda hain damgası yemek damgaların en kolayı oldu. Burada savaşın bir yanını tutmak ya da taraf tutuyor gibi davranmak, onların diliyle konuşmak, yazmak da gazetecilik, habercilik sayılır oldu. Kim hain kim vatansever bilinmez oldu. Bugünlerde uluslararası yardım malzemelerinin birileri tarafından iç edildiği haberleri ile buralar çalkalanıyor. Hatta bunun şarkısı bile yapılmış durumda.
Toplumda güvensizlik hat safhada. Savaş tacirlerinin yanında değil, yoksul emekçi halkın yanında, onlardan birisi olarak barışın dillendirilmesinin bölgede yaşayan tek Türk olarak bana düşmesinin de başta söylediğim gibi benim gibi birisine düşmesi belki de trajikomik bir durum.
Son günlerde sık sık bir nükleer sızıntı durumunda acil yapılması gerekenleri anlatan yazılar yayınlanıyor. Zaporojiya merkezde iyot tabletleri dağıtılıyor.
Ukrayna’nın beş milyondan fazla iyot tableti satın aldığı haberlerini basından okuyorum. Sızıntı durumunda nükleer santralin 50 km çevresinin boşaltılacağı yazılıyor. Bizim yaşadığımız yer 33 km uzağında. Şimdiden ben de bu durumu yoğun düşünmeye başladım. İyotu elimi attığımda bulacağım yere koydum.
Talimatları neredeyse ezberledim. Nasıl kullanılacağını da bir güzel öğrendim. Bütün bunların bir işe yarayıp yaramayacağını tam olarak bilmiyorum. Tek bildiğim buradaki yoksul halk gibi benim de yaşamam gerektiği. Hadi ben 65 yaşında birisi olarak, yaşayacağımı yaşadım diyelim ya onca bebek, genç ne olacak?
Bu soruyu savaştan çıkarı olanlara ve sorumlularına sormuyorum. Onların para için kendilerini bile astırabileceklerini öğrenmiş bulunuyorum.
Bu soruyu vicdanını yitirmemiş insanlığa, işçi ve dünya emekçi halklarına soruyorum. Lütfen bu savaşa, bu bitmez tükenmez acılara son verin. Barış için ayağa kalkın!
(İD/EMK)