Üniversitelerde yürütülecek bilimsel araştırmalara karar veren “(araştırma) yerel etik kurulları”nı ortadan kaldıran ve hükümet organlarından bürokratların da dahil edildiği kurullar haline getirilerek yok edilen “bilimsel özerklik”, herhangi bir muhalif tepkiyle karşılaşmadan sessiz sedasız kabul edildi ve benimsendi. Bu süreç, 1 Ocak 2009 tarihinde uygulamaya giren “Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelik”* ile başladı, sonrasında pek çok değişiklikle pekiştirildi. Bu ve benzer uygulamaların ardından, devlet üniversitelerinde yine sessiz sedasız “yönetsel özerklik” askıya alındı. Bir zamanlar, “muhtarını seçen ancak, rektörünü seçemeyen” üniversiteliler olarak tanımlıyorduk. Çünkü öğrencisinden çalışanlarına kadar bütün üniversiteliler mahallelerindeki muhtarı seçme hakkına sahipken, üniversitelerde yalnızca öğretim üyeleri “rektör seçimi” adı altında atanabilecek altı adayı belirleyebiliyordu. Tüm bu uygulamalar karşısında, üniversitelilerin kararlı sessizliği, günümüzde “akademik özerklik ve özgürlüklerinden” hemen her şeyi yitirmelerine neden oldu. “Sırça köşklerdeki” bu sessizlik topluma da bulaştı. Toplumun önemli bölümü, yaratılan “korku mekanizmaları” nedeniyle “üç maymun” rolünde; “görmüyor”, “duymuyor” ve “konuşmuyor”! Önemli bir bölümü bu nedenle olmak üzere, her geçen gün yaşanan “toplumsal kazanımların kaybı” daha da artarak devam ediyor. İktidar tarafından, 2024 yılının son haftasında böyle bir kayba yol açacak önemli bir adım daha atıldı ve “Nüfus Politikaları Kurulu” kuruldu.
Cumhurbaşkanlığı Politika Kurulları
Öncelikle, dönemin ana muhalefet partisi liderinin oylamadan sekiz ay sonra “… sandığa giren hayır oyları, hayır olarak çıkmadı …” açıklamasıyla özel bir boyut kattığı 17 Nisan 2017 tarihinde yapılan “anayasa plepisiti”nden bahsetmek gerekir. Sandığa iki seçenekten birisi için oy atılabildiğinden, “plebisit” olarak adlandırılan ve İstanbul’da “hayır”, ülke genelinde ise “evet” oyu verenlerin (halbuki o güne kadar İstanbul sonucu ülke genelini yansıtır, farklılık taşımazdı) çoğunluk olduğu anayasa plebisiti Türkiye’nin yönetim sisteminin de değiştirilmesini sağladı. Parlamenter sistemden “partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne geçildi. Uygulama, 24 Haziran 2018 genel seçimleri sonrasında fiilen başlatıldı. Seçilmiş, partili cumhurbaşkanının başkanlığında, atanmışlardan oluşan hükümet, kararnamelerle yönetim ve TBMM’nin olabildiğince işlevsizleşmesi de Türkiye’ye özgü bu sistemin diğer bileşenlerini oluşturuyor. Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı hakkındaki 1 no’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, 10 Temmuz 2018 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak uygulamaya girdi. Kararname’nin dördüncü bölümü o zamana kadar bilmediğimiz “Cumhurbaşkanlığı Politika Kurulları” başlığında yaklaşık 15 alanı kapsayan dokuz politika kurulunun kurulması ile yapı ve işlevini tanımladı. Eğitimden sağlığa, sağlıktan yerel yönetimlere, yerel yönetimlerden ekonomiye, güvenlik ve dış politikaya kadar pek çok alanda “politika geliştirme” yetkisi verilen bu kurullar eliyle daha önce her biri bir bakanlıkta olan yetki el değiştirdi. Tümü Cumhurbaşkanı ile birlikte çalışacak bu kurullar kendisi tarafından atanan en az üç üyeden oluşmaktadır. Bu kurulların çalışmaya başlamasıyla, bakanlıklar politika belirleyen ve uygulayan merkezi yapılar olmaktan çıkartılmıştır. Bakanlıklar, kendi yapıları dışında olan ve kendilerinin dahil olamadığı politika kurulları tarafından belirlenip, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan politikaların yalnızca icracısı konumuna getirilmiştir.
Nüfus Politikaları Kurulu
Bu uygulamaların başlangıcından altı yıl sonra, 25 Aralık 2024 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle bu defa “Nüfus Politikaları Kurulu” kuruldu, yapısı, görev ve yetkileri belirlendi. Birinci kararnameyle kurulanlardan farklı olarak bu kurulun, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde olması ile başkanı ve üyelerinin kimlerden oluştuğu da bu kararnameyle belirlendi. Cumhurbaşkanı yardımcısının başkanlığında, sekiz bakan ile Diyanet İşleri, İletişim, Strateji ve Bütçe ile TÜİK’in başkanlarından oluşan 12 üyeden oluşuyor. Kararname’nin 4. maddesinin birinci bendinin (d) fıkrasında bu kurulun yetkileri arasında “Demografik yapıda meydana gelen değişimler ile doğurganlık oranının azalmasına neden olan faktörleri ve bunların ortaya çıkardığı sonuçları kapsamlı olarak incelemek ve gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamak.” ile (e) fıkrasında da “Doğurganlık hızının nüfusun yenilenme seviyesinin üzerinde tutulması … …” bulunuyor.
Türkiye’de nüfus planlaması
Bu kurula verilen yetkiyle, 24 Mayıs 1983 tarihli, 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Yasa’nın hükümleri doğrudan çelişiyor. Çünkü, 2024 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle Türkiye’de 1965 yılına kadar uygulamada olan “pronatalist (nüfusun artırılmasına yönelik)” nüfus politikalarına geri dönüldüğü resmen ilân edilmiş oluyor. Oysa, 1965 yılında uygulamaya giren 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Yasa ile “antinatalist (nüfusun azaltılmasına yönelik) nüfus politikalarının uygulanmasına geçildi. Bu tarihten 18 yıl sonra da 2827 sayılı Yasa ile “istenmeyen gebeliklerin sonlandırılabilmesi, sterilizasyon ve kastrasyon” ile ilgili düzenlemeler getirilerek “kişilerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları” olarak tanımlanan aile planlaması, bilimsel bilgilere dayalı olarak düzenlenen üreme sağlığına yönelik modern yöntemlerin kullanılmasının ve uygulanmasının önündeki engeller kaldırıldı. Bu düzenlemeyle eş zamanlı olarak, “aile planlaması hizmetleri”nin sunumunda birinci basamak sağlık kurumlarına (sağlık ocağı, ana çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezleri) aktif olarak yer verilmesiyle de Türkiye’de anne ve bebek sağlığının geliştirilmesi ve korunmasına yönelik önemli bir adım atılmış ve 2007 yılına kadar çok önemli gelişmeler de sağlanmıştır.
AKP’li yıllar ve aile planlaması
Annenin gebelik ve doğum sayısı arttıkça; annenin ve bebeklerinin ölüm riski ile anne ve bebeğinin sağlık hizmetlerine ulaşamama sıklığının artışı arasındaki ilişki uzun yıllardan beri bilinen bir durum olmasının yanında, bilimsel araştırma sonuçlarıyla da ortaya konmuş bir gerçektir. O nedenle, aile planlaması hizmetlerinde karşılanmamış gereksinimlerin olabildiğince azaltılmasına yönelik çalışmalar ve düzenlemeler dünyada yaygın olarak uygulanmaktadır.
Buna karşın, AKP hükümetleri döneminde özellikle aile planlaması alanında kamusal sağlık hizmeti sunumu fiili olarak azaltılmış, öncesinde kamu sağlık kurumlarında düzenli bir hizmet olarak sunulan istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması (kürtaj) neredeyse yasaklanma düzeyinde uygulanmamaya başlanmıştır. Rahim içi araç, hap, kondom vb. gebeliği önleyici modern tekniklerin gereksinim sahiplerine ulaştırılabilmesi yönündeki ödevler neredeyse bütünüyle terk edilmiştir. Öyle ki, Türkiye genelini temsil eden en son araştırmanın verilerine göre 2013-2018 tarihleri arasında evli her yüz kadından 12’sinin aile planlaması gereksinimi karşılanmamıştır. Oysa bu, 2008-2013 yıllarında yalnızca yüzde altı ile sınırlıydı. Sorun kısa süre içinde yüzde 100 artmıştır. Bundan sonra daha da artma riski taşımaktadır.
Anne ve bebek ölümlerinin önlenmesinde toplumsal sorumluluğumuz
Son “resmi” düzenleme kapsamında, Nüfus Politikaları Kurulu eliyle uygulamaya konacak politikalar ve bununla uyumlu hizmet sunum tercihleri anne ve bebek sağlığıyla ilgili risklerin yanında, yaşamlarıyla ilgili riski de artıracağı bilimsel bilgi kapsamında öngörülebilecek bir durumdur. Türkiye’de çok uzun zamanda, büyük emek ve kaynak ayırarak, binlerce sağlık emekçisinin dağ, bayır, yaz, kış demeden özveriyle çalışmasıyla sağlanan anne ve bebek sağlığındaki gelişmeler AKP hükümetlerinin bu tutumuna terk edilmemeli, ana muhalefet partisi başta olmak üzere, tüm “muhalif” partiler gerekli yasal girişimler başta olmak üzere, söz konusu uygulamanın iptali için somut çaba içinde olmalıdır. Konunun uzmanları, akademisyenler, ilgili dernek ve vakıflar “bu politika ve uygulama hükümetin tercihi, bu tercihe müdahale edilmemeli” tutumunu benimseyip, olumsuzlukların “sessiz izleyicileri” olmak yerine, uzmanlık ve meslek örgütleriyle birlikte konunun tarafı olabilme sorumluluğunu gösterebilmelidir. Aksi bir tutum, önlenebilir her anne ve bebek ölümüyle “aynadaki yüzümüze dahi bakabilmeyi” zorlaştıracak, bir süre sonra da olanaksız kılacaktır. Anne ve bebekleri pisi pisine kaybetmemek, önlenebilir sağlık sorunları, hastalıklar ve ölümlerin önüne geçebilmek için “soluklanıp” bilimsel bilgilerle de zenginleştirilen mücadeleye zaman kaybetmeden başlayabilmeliyiz. (OH/TY)
Kaynakça:
Hamzaoğlu O. (2010), “Üniversite Hastanelerinin Bilimsel Özerkliği: Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelik”, Toplum ve Hekim, 25 (5), 380-386. (https://www.belgelik.dr.tr/ToplumHekim/kayit_goster.php?Id=2293)
"Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelik", Resmî Gazete, sayı 27089, 23 Aralık 2008. (https://www.resmigaete.gov.tr/eskiler/2008/12/20081223.htm)
“Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik" Resmî Gazete, sayı 27518, 11 Mart 2010. (https://resmigazete.gov.tr/fihrist?tarih=2010-03-11)
"Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelik", Resmî Gazete, sayı 28030, 19 Ağustos 2011. (https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/08/20110819-9.htm)
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın.