Diz boyu karla kaplı ve güneşli o ekim sabahı, bizim için iki ay süren çobanlığın, bu sürede birlikte olduğumuz keçiler için ise hayatlarının son günü idi. Günlerdir bu anı beklemenin gerginliği içerisindeydik. Ben, Marta (İspanya’dan gelen çalışma arkadaşım) ve Hege (4 küçük oğlan çocuğu sürekli çevresinde koro halinde bağırıp çağırırken sakinliğini korumayı daima başaran bu Norveçli kadın, keçilerin sahibi, yani bizim patronumuz).
Norveç’in Telemark bölgesindeki Haukeli kasabasına 10km uzaklıkta, yaklaşık 1000 rakımlı, göllerle ve ormanlarla bezenmiş bu vadide, iki aydır 150 baş keçiye bakıyoruz. İki kişiyiz. Bize verdikleri ahşap ev dışında vadide, bazı hafta sonları göle balık avlamaya gelenlerin konakladıkları iki kulübe daha var. Yan vadide bir çoban ve 200 başlı başka bir keçi sürüsü daha bulunuyor ama hiç karşılaşmadık, vadiler çok büyük. İşte bir de haftada bir bulunduğumuz yere uğrayan Hege.
Başka insanoğlu yok etrafta. Hatta oğlan yok hiç. Bu iki kadın (Marta ve Hege) haricinde devamlı gördüğüm canlılar, tekesiz keçi ve boğasız inek sürüleri. Tabi bir de başı karlı yüce dağlar, her yerden fışkıran ince dereler, büyüklü küçüklü yüzlerce göl, bin bir çeşit kuş sürüleri, kayın ve çam ormanları ve vahşi geyik sürüleri… Gördüğüm en vahşi ve en güzel ormanda yaşadığımız iki ay içerisinde (ağustos ve eylül) üç mevsime de tanık oluyoruz. Kısacık bir yaz, rengârenk bir sonbahar ve bembeyaz, erkenci kış.
Bilinen son
İşe başladığımız gün bunu biliyorduk. Hege yaz sonunda neden onları bir kamyona doldurup kesimhaneye göndermek zorunda olduğunu bize anlatmıştı. Çünkü hastaydılar, bir çeşit tüberküloz virüsü taşıyorlardı. Veda günü, sadece iki ay onlarla vakit geçiren bizim için bile çok zordu ama Hege’nin 8 yıllık tanışıklığı olduğu keçiler vardı bu sürünün içerisinde.
Hepsi onun ellerinde doğmuşlar, onu anneleri bellemişlerdi. (Bu tarz bir asimilasyona hakkı olduğunu düşünmesem de duyduğu sevgiden şüphe edilemez). Kamyon geldiği an beni deliye döndüren o duyguya kapıldım gene; modern teknoloji karşısında yenilmişlik duygusu. Hiç bu kadar temiz ve modern bir kesimhane aracı beklemiyordum. Şoför uzaktan kumanda ile kapıları açıyor, kapatıyor, kamyonun içindeki 6 farklı gözü asansörle indirip, çıkartıyordu. Yardım etmemiz bile gerekmedi.
Süper donanımlı kesimhane aracının şoförü, tek eli ile 150 keçiyi yarım saatte içeri tıktı. Biz bu dağın başında geleneksel hayvancılık yöntemleri ile sade ve basit yaşayıp giderken, bu keçiler tüm hayatlarını insanın olmadığı bu dağlarda serbestçe geçirmişken, son noktayı bu süper donanımlı kesimhane kamyonu mu koymak zorundaydı? Onları üstü açık bir kamyona alt alta üst üste istifleseydik daha mı hoşuma giderdi bilmiyorum.
Beni deli eden şey; bu zamanda ve topraklarda ölülerini, insan veya hayvan, kendi kendine imha etmeye hakkın olmadığı gerçeği. Arkadaşım Marta, kamyon pencerelerindeki parmaklıkların arasından burunlarını çıkarmaya çalışan keçilere bakıp çok zekice bir benzetmede bulundu; “Bu yaptıkları tüm AIDS’lileri toplayıp öldürmekle aynı şey. Belki Afrika’daki insanlara da bunu yapıyordur akılcı bir hükümet.”
Keçilerin hastalığı
Aslında buradaki soğuk iklim nedeniyle, güneyde görülen hayvan hastalıklarının ve parazitlerin büyük bölümüne Norveç’te rastlanmıyor. Beni en fazla şaşırtan (ve sevindiren) çiftçilerin pireyi ve keneyi tanımamaları oldu. Akdeniz ülkelerinde kimyasal ilaçlama yapılarak engellenmeye çalışılan ama gene de hayvancılıkla uğraşanların başına sürekli bela olan bu parazitler buradaki kış soğuğuna dayanamıyor. Küresel ısınma konusu hayvancılıkla uğrasan çiftçileri en çok bu konuda korkutuyor (kuraklık burada bir tehlike olmaktan çok uzak). Çünkü havanın ısınması hastalıkların gelişmesi ve yayılması için daha uygun bir ortam hazırlamakta. Güney Avrupa’da görüldüğü halde buraya kadar hiç yayılmamış kimi hastalıkların son zamanlarda İskandinav ülkelerinde de görülmeye başladığı çiftçiler arasında konuşuluyor.
Tüberkülozun yalnız keçilerde görülen bir çeşidi olan bu hastalık ise, anladığım kadarıyla, keçiler için büyük bir sorun. Vücutlarının değişik yerlerinde, özellikle de boyun, omuz gibi eklem yerlerinde yumruk büyüklüğünde iltihaplanmalar oluşuyor. Zamanla bu iltihaplanma büyüyerek patlıyor. Vücudun içinde, organlarda oluştuğunda ise iltihabın patlaması hayvani zehirleyerek ölümüne yol açıyor. Hastalık her vakada ölüme yol açmasa da genel olarak savunma sistemini çökertiyor (AIDS gibi). Hiç bir biçimde insanlara bulaşmayan virüsün keçiler arasında yayılımı oldukça kolay ve hızlı.
Bu hastalıktan kurtulmak için hükümetin uyguladığı yöntem ise gayet basit; virüsün bulaşmadığı yeni bir kuşak elde etmek ve eski kuşağı tüm ülkede ortadan kaldırmak. Son derece etkili, sorunu kökünden çözecek (ve kişisel fikrimce gaddarca olan) bu çözüm planı için gerekli maddi olanaklara da örgütlülüğe de fazlasıyla sahip.
Plan şöyle; doğum yapacak keçileri çok yakından takip etmek ve yeni doğan keçinin, anası ve ağılın zemini ile temasını kesinlikle engellemek gerekiyor. Yeni doğanlar hemen ayrı bir ağıla alınıyor ve kan tahlili yapılıyor. Sonuç negatif çıkarsa yani virüsü taşımadığı kesinleşirse yeni nesil sürüye dâhil oluyor. Virüsü bir şekilde kapmış ise eski nesil sürüye, yani anasının bulunduğu sürüye katılıyor. Eski nesil dedikleri, her yaştan keçilerin bulunduğu bu sürü yaz sonunda, yani süt üretim döneminin son bulması ile kesimhaneye gönderiliyor. Tüm eski nesil ortadan kaldırılıyor ve kullandıkları ağıl da yıkılıp yakılıyor… Bu çözüm planı, hasta olanları öldürmek ve temiz ırk yaratmak isteyen Nazileri hatırlatıyor bize.
Norveç kırsalında devlet
Norveç devleti, çiftçilerin altından kalmakta zorlanacakları bu faturanın maddi yükünü tamamen karşılıyor. Çiftçilere yeni kuşak sürüye sahip olmak için 5 yıllık bir zaman tanınmış. Bu süre içerisinde devlet kesimhaneye gönderilen eski kuşaktan keçiler için çiftçiye ödeme yapıyor ve yeni ağıl inşaatının masraflarını karşılıyor. Yani maddi hiç bir zarara uğramayan çiftçiye düşen yıllardır birlikte olduğu sürü ile vedalaşmak ve yeni kuşak sürüyü eğitmek.
Böyle bir planın Türkiye’de ve İspanya’da uygulanmasının zor olacağını düşünmemin nedeni sadece maddi olanaksızlıklar değil. Bu ülkede yaşayan her hayvan için düzenli olarak kayıt tutuluyor, kan tahlilleri yapılıyor ve devlete bilgi veriliyor. Norveç devletinin düzenliliği ve işlerliği tartışılmaz ve bizim gibi güneyliler için şaşılacak seviyede. Sadece büyük veya sanayileşmiş besicilikten bahsetmiyorum; bir numarası olmayan hiç bir evcil veya vahşi hayvan yok tüm ülkede. İspanya’nın Pirene dağlarında 4 keçisi ile sakin bir yaşam süren arkadaşıma, keçilerinin kaydı olmadığı için devletin verdiği cezaya nasıl bütün çevre köylülerin tepki gösterdiğini hatırlıyorum. Bu oradaki köylüler için anlaşılamaz bir uygulama idi. Avrupa’nın kuzeyi ile güneyindeki düşünce yapıları arasındaki fark hiç de az değil, şu an gittikleri yol benzer olsa da.
Getirdiği sımsıkı kontrolün yanında devletin küçük üreticiyi oldukça desteklediğini söyleyebiliriz. Keçi sahipleri süt üretiminde bulundukları müddetçe devlet yardımı alıyorlar. Yıllık kazanacakları bir miktar belirlenmiş. Eğer bu miktarın altında kazanırlarsa devlet bu farkı ödüyor ve böylece zarara uğramaları engellenmiş oluyor. Ayrıca besicilikle uğraşanlar ülke genelinde bir kooperatif ile örgütlenmiş durumdalar. Üreticilerin kooperatifi olan TINE süt ve süt ürünleri imal edip pazara sürüyor. Yani üreticilerin pazar aramak veya aracılara ucuza mal satmak gibi bir sorunları yok.
Hatta Hege’nin çok sevinerek anlattığı bir devlet yardımı çiftçilerin de tatil yapabilmelerine olanak tanıyor. Yıllık sigorta primlerini yatırdıkları için tıpkı sanayi işçileri gibi tatil hakları olduğundan, devlet onlara yılda 1 aylığına kendi yerlerine çalışacak bir işçiye ödeme yapmalarına yetecek kadar para yardımında bulunuyor. Onlar da ailecek tatile gidebiliyorlar. “Tabi sorumluluğun az olduğu kış aylarını tatil yapmak için kullanıyoruz”, diyor. Benim şaşkınlık içinde “çiftçiye tatil parası, çiftçiye tatil parası…” diye tekrarlayıp durmamı kesmek için.
Devlet yardımlarından bahsedeceksek devlete ödenen vergilerden de bahsetmek gerek. (Sanırım Norveç’in en tanınan yönü bu.) Oldukça yüksek olan vergiler gelir seviyesi arttıkça daha da yükseliyor. (yani sadece teorikte değil gerçekten de yükseliyor.) Bizden yüzde 12 kesilen gelir vergisi patronumuzdan yüzde 40 kesiliyormuş ki, kendisi ülkede düşük gelirliler arasında yer alıyor. Oslo’da Türkiye kökenli bir dönerci usta yüksek vergilerden şikâyet ettiği zaman ona sordum; gerçekten vergi ödemesini kontrol edip etmediklerini. Gözlerini kısıp cevapladı: “burada herkes ama herkes vergisini öder, başka yolu yok.”
Gelenekselcilik, yerelcilik, doğaya saygı ve dürüstlük
En azından bizim bulunduğumuz bölgedeki hayvan sahiplerinin tamamı küçük üreticiler, nesiller boyu keçi besiciliği ile uğraşmış olan çiftçi ailelerdi. Benim en fazla dikkatimi çeken de beklentilerimin aksi olan bu durum oldu. Avrupa’nın en zengin, en gelişmiş, ileri teknoloji üreten ülkesimde insanlar şaşılacak derecede geleneksel, yerel değerler ve alışkanlıklar içerisinde yaşamakta. Hege’nin evi, kocasının ailesinden kalma tipik bir Norveç mimarisi olan 2 katlı ahşap bir yapı idi. Bu evin 250 yıllık bir geçmişi olduğunu gururla anlattı bize. Evi büyütmek için yaptıkları inşaatı da kendileri, komşularının ve akrabalarının yardımları ile yapmaktalar. Böylece marangozculuk ve ahşap işleme ustalıklarını geliştiriyorlar; bu Norveç’in en gurur duyduğu geleneksel zanaat.
Pazar günleri genç kızların geleneksel kıyafetler içinde (üstlerinde süper goratex montlar, altlarında da Land Rover) pikniğe gittiklerini görebilirsiniz. Kütüphanede o bölgeyi anlatan, bölge köyleri üzerine yapılmış tarih araştırmaları, öz yaşam hikâyeleri içeren bir sürü kitap buluyoruz. Bu kitapların birçokları Falanca Köyünü Koruma Derneği gibi köy örgütlerince çıkarılmış.
Keçi çobanlığı, parası olmasa da sosyal itibarı oldukça yüksek bir iş olarak görülüyor. (Herkes bize davranışıyla hissettiriyor bunu). Kimse keçi sürüsü edinerek zengin olamaz, diyor sürekli bizim patron, ancak yaşamını idame ettirebilir. (Haklı, zengin olmak o kadar da zor değil Norveç’te ama keçi çobanlığı yerine petrol mühendisliği daha isabetli olur.) Gene de besiciliği geleneksel yollarla, anneannelerinin onlara anlattı tarzda sürdürmek istiyorlar. Hatta avcılığı da. Aileler yüzyıllardır aynı dağlarda geyik avlıyor ve dedelerinin avcılık hikâyelerini birbirlerine anlatıyorlar. Hege ve ailesi keçi eti yemedikleri halde avladıkları geyik ve balıklar ile tüm yılı ailecek geçiriyor ve hiç et satın almıyorlar. (Norveç’te tabi ki et ağırlıklı bir mutfak kültürü var. Biz iki vejeteryanı bu durum epey zorladı)
En çok okunana gazete, genel politikadan çok yerel yönetim kararlarını, bölgesel aktiviteleri, insan hikâyelerini anlatan yerel gazete. Norveççe anlamadığımızdan bilemiyorum tam olarak ama koyun, keçi ve traktör resimleri ile dolu bu gazete istisnasız her yerde bulunuyordu.
Birkaç yüz bin kişinin yaşadığı bu bölgenin asıl geçim kaynaklarını hayvancılık ve dağ turizmi oluşturuyor. İkisi de doğaya uyum içerisinde yürütülüyor.
Avrupa’nın en kuzey ve en zengin bölgesinde beni şaşırtan bu yerelcilik anlayışı tabi ki süpermarkete girildiği an yok oluyor. Markette süt ürünleri ve et reyonları hariç her şey dışarıdan ithal getiriliyor. Sebze ve meyveler dünyanın dört bir yanından, diğer tüketim malları da öyle (zeytinyağları, çerezler ve bitki çayları Türkiye’den, tek tek plastik ambalaja konulup etiketlenmiş kabaklar da Afrika’dan)... Gerçi Norveç’te yetiştirilen çilek ve elmanın methini duymuştuk ama 100 km uzaklıktan gelen Norveç elması, Yeni Gine’den gelen elmadan beş kat pahalı olduğu için tatma şansını elde edemedik. Nakliye masrafları bir yandan, bizim gibi buraya gelen güneyli işçi nüfus diğer bir yandan, bu elmanın maliyeti bize pek karışık ve çok pahalı göründü…
Norveç’in tamamında genetiği değiştirilmiş tohum kullanarak tarım yapmak yasak. Bunu bildiğimiz için mısır arayıp durduk her süpermarkette. Norveç’te yetiştirilmiş mısır bulamadık, hepsi Amerika Bileşik Devletleri üretimi genetik mucizesi mısırlardı. Bu kadar güzel doğaya sahip bir ülke adına sevindirici bir şey, tüm insanların bu bilince sahip olmaları ve genetiği değiştirilmiş tohum kullanımına kesin olarak karşı çıkmaları. Diğer yandan eğer Norveç bir tarım ülkesi olsaydı -tohum şirketlerinin iştahını açacak seviyede demek istiyorum- bu kadar kararlı kalabilir miydi bilemiyorum. Çünkü kendi topraklarında ekimine izin vermedikleri oynanmış –yapay- mısır tüm Norveç pazarını ele geçirmişken bu duyarlılıklarının ne kadar dürüst ve etkili olduğu tartışılır bir hale geliyor.
Sahip oldukları gelire kıyasla gene de şaşılası bir mütevazılık içerisinde yaşıyorlar ve genel olarak belli bir doğa bilincine sahipler. Norveç’in doğusu ile batısını bağlayan (Oslo ile Bergen arası) şehirlerarası anayolu bence Norveç’in en ilginç yanı. (Buna şaşırmayan turist olmadığını söylüyorlar). Bir gidiş bir geliş, yer yer yol çizgisi bile olmayan iki şeritli bu yol, yılan gibi kıvrıla kıvrıla dağların arasından dolanıyor. Uluslararası nakliyat yapan koca tırlar da, turist karavanları da, saman taşıyan traktörler de bu yolu kullanıyor. Bu yol o kadar dönemeçli ki önünüzdekini sollamak genellikle mümkün değil. Kenarlarda bolca bulunan park yerlerine çekip arkanızdakilere yol vermeniz genel bir saygı gereği. (Bunu fark edene kadar bize epey el kol sallandı).
Tabi hemen soruyoruz; Neden yol genişletilmiyor? Bu konuda referandum bile yapılmış bazı bölgelerde ama halk buna gerek olmadığını düşünmüş. Yol inşası demek, ciddi bir doğa talanı demek. Yolların dolana dolana aştığı dağları yıkmak, tahrip etmek istememişler. Yazın bir iki ay haricinde zaten çok araç yok, olanlar da zaten yavaş gitmek zorundalar buzlanma yüzünden, yani neden yola para harcayalım ki, diyorlar… Birçok köyde yapılan bir uygulama ile belediye anket yaparak halkın kendisinden yapmasını istediği projeleri araştırıyormuş. Bizi otostopa alan adam gülerek anlatıyor kendisinin de çalıştığı köy belediyesini. “Çünkü her yıl köy bütçesinde para artıyor ve bu para ile ne yapacağımızı bilemiyoruz. Evet çok paramız var. Evet. Ama yeni yol yapılmasını isteyen çok insan yok.” Her yeri yeni ve geniş yollarla bezeme merakının maddi olanaklar ile paralel büyümediğini görmek hoş bir durum.
Norveç kültürünün Akdeniz kültüründen ne kadar farklı olduğu, İspanya’dan ve Türkiye’den görmeye alışık olduğumuz herhangi bir sosyal mekân arayışımız burada sonuçsuz kalınca bizim için iyice açıklık kazandı. Yani bir bar, bir kahvehane, düğün salonu, futbol kulübü, köy meydanı, kilise, çeşme başı…bulamadık. “Burada insanlar nerede toplanır, nerede muhabbet olur?” sorumuzu anlamadılar bile; “Ne için?” aldığımız cevap oldu. “Yok öyle bir şey, biz toplanmayız, kendi evimizde otururuz, en fazla arkadaşlarla başka bir evde toplanırız. İnsan görmek istiyorsanız süpermarkete gidip turlayın ya da Oslo’ya gidin.”
Ortalıkta daha fazla genç nüfus olsaydı durum farklı olurdu belki de. Bilmiyorum. Norveç genelinde yaşlı nüfus bir hayli öne çıkıyor. Daha doğrusu Oslo’ya varana kadar (yol inşasında çalışan bir grup hariç) genç görmedik dersem abartmış olmam. Bulunduğumuz bölgede 16 yaşından sonra öğrenimine devam etmek isteyen gençler 40- 60km mesafedeki bir şehre gitmek zorundalar. Üniversite için ise çok daha uzağa. Muhtemelen de orta yaşa basmadan geri dönmüyorlar.
Sürekli gittiğimiz marketteki kasiyer kadın da, benzinlikte çalışan adam da 60 yaşlarındaydılar. (İkisi de hem Türkiye’ye (Alanya) hem İspanya’ya tatile gitmişler ama ödedikleri paket tur ile gittikleri otelin bahçesinden çıkıp ne bir Türk ne de bir İspanyol köyü görmemişler. Bunu öğrenince ben de bu yaşadıkları bölgenin güzel doğasını korudukları, kocaman beton binalar yaparak, gürültülü eğlence yerleri açarak, kitle turizmine girerek dünyanın dört yanından tüketici ve zengin turistleri buraya doldurarak burayı da Türkiye’nin ve İspanya’nın sahil şeridi gibi kirletmedikleri için kendilerine insanlık adına teşekkür ettim sinirli sinirli.)
Başkent
Tüm büyük kentlerin birbirlerinin aynısı olan yaşamları içerisinde Oslo’ya dair özel olan ne var bilmiyorum. Büyük, temiz, modern, kalabalık, pahalı…(bu kelimelerden hiç biri sempati uyandırmıyor bende). Toplam 4.5 milyon nüfusu olan Norveç’in küçücük ama hareketli başkenti. Oslo’da bir arkadaş sayesinde Hausmania adını taşıyan sosyal ve kültürel merkez ile tanışma şansım oldu. Kapitalizm karşıtlığı genel ifadesi içerisinde birçok gruba mekân sağlayan merkez, belediyeden 20 yıllığına kiralanmış. Kocaman ve eski yapının bir kısmı da yaşam alanı olarak (daireler şeklinde) işgal edilmiş. İşgal evi, sosyal merkezin içindeki gruplardan yalnızca biri, bu genç kuzey punklarından başka Filistin dayanışma grubu, küresel ısınmaya karşı eylem grubu, feministler, Queer grubu, Linux eylem grubu vs. vs. gibi birçok politik grup aynı çatı altında örgütlü bir birliktelik içerisinde faaliyet gösteriyorlar. Merkezde belli aralıklarla seminerler ve atölye çalışmaları da yapılmakta.
Arkadaşımızın bu merkezdeki gruplardan birinin geçen yıllarda yaptığı bir projeyi anlatmak için gösterdiği bir kitapçığa şaşakalıyorum. Kitapçığın başlığı; "Nasıl İyi Eylemci Olunur?" Grafiti yapmanın püf noktalarından, bir tartışma içerisindeki saygı kurallarına, polisin kullandığı yakalama ve sorgu yöntemlerinden, molotofkokteyli yapmanın kolay yollarına, gizli kamaraların nasıl imha edileceğinden fanzin basım tekniklerine kadar birçok pratik konu hakkında kısaca bilgi veriliyor. İçerik her hangi bir anarşist fanzine benzese de şekil olarak birinci kalite kâğıt, renkli basım ve tasarım kalitesi göze çarpıyor. Bu basım için parayı nereden bulduklarını sorduğumda, Kültür Bakanlığından, diyor gülümseyerek. Bu kitapçıkları devlet okullarında dağıtmak ve 12–18 yaş arasındaki gençlere “nasıl iyi bir eylemci olunur” konulu atölye çalışmalarında bulunmak için Kültür Bakanlığından bütçe kaptıklarını zevkle anlatıyor bana.
İnanamıyorum. “Çünkü, diyor, çok paramız var ve bunu kültürel çalışmalara harcamak istiyoruz ve de düşünce özgürlüğü buradaki en kutsal değer. Yani kimse içeriğini sevmiyor diye bir kitaba kötü diyemez.” “Ama bu kitapta şehrin ana yoluna nasıl barikat kurulacağı anlatılıyor. Hem de çok güzel bir dil ve kaliteli resimlerle. Çocuklar bunu denemediler mi?” diye soruyorum.
Hayır. Projeyi devam ettikleri birkaç yıl içerisinde başlarına tek bir olumsuz olay gelmiş; dersten geçme-kalma konusunda yapılan yeni bir düzenlemeden hoşlanmayan öğrenciler okulun bahçesinde oturma eylemine başlamışlar. Bu grubun içerisinden birkaç kişi de gidip okul müdürünün odasına, içeride kimse yokken molotofkokteyli atarak oldukça küçük çapta bir yangına neden olmuş. (Norveç, oturma eylemi yapmak için fazla soğuk bir ülke). Bu olaydan sonra okul yönetimi, kitabın gençler üzerinde olumsuz etkisi bulunduğuna kanaat getirmiş. Fakat Kültür Bakanlığının onay verdiği bir projeye de hayır demek istemedikleri için bir şey yapamamışlar. Zaten proje de o dönem bitiyormuş... Şaşkınlık ve kahkaha dolu gecemiz merkezdeki candan insanlarla tanıştıkça şenlendi.
Norveç’ten ayrılırken yanımda Hege’nin kaynanasıyla yaptığımız kahverengi keçi peyniri ve birinci sınıf kâğıda basılmış eylem kitapçığım var.(ED/EÜ)