Dört hafta erken gelen doğum sinyallerini aldığımda, her ne kadar sancılar 5 dakika sıklığında olmadan hastaneye gelmeme gerek olmadığı söylense de, hem acemilik hem beklenmedik sancımın endişesinden çok daha erken gitmiştik hastaneye.
Evet, doğum başlamıştı ama erken doğum olduğu için açılma çok uzun sürecekti. Eve gidip öğleden sonra tekrar gelmem söylendi. Eşim işe döndü ben eve gidip valizimi hazırlayıp heyecanımı yatıştırmaya çalıştım. Sonra gene otobüse atlayıp hastaneye gittim. Açılma başlamış, artık yatabilirim hastaneye. 10 cm açılınca doğum başlayacak, o an 2 cm.
Eşim akşam iş çıkışı hastaneye yanıma geldi. Artık beraber atlatmaya çalışıyoruz sancıları: Her 10 dakikada bir, 9 dakikada, 8, 7, 6…
Açılmanın tamamlanması 32 saat daha sürdü ve on beş saat neredeyse mütemadiyen sancı çektim. Uykusuz geçen 42 saat sonunda ıkınacak enerjim kalmadığı için epidural anestezi seçeneğini sundu ebeler bana. Bu şekilde doğumdan önceki yarım saat sancı hissetmeyeceğim ve ıkınmak için gerekli enerjiyi toplayacağım. Ama bu çok riskli bir işlem olmalı, zira benden olumsuz sonuçlardan haberdar olduğuma dair imzalı bir kağıt aldılar. Sancılardan dolayı o kadar halsizdim ki, o imzayı atabilmem beş dakika sürdü.
Epidural verildi, birden acı dindi. Epiduralin etkisi kesildiğinde 10 cm açılma tamamlanmıştı. O ana kadar etrafımızda sadece ebe ve hemşireler varken, tam o anda odaya bir çocuk doktoru geldi. Artık ıkınmaya başlayabilirdim.
Odadaki parlak ışıklar kapatıldı, herkes sessizleşti. Erken doğumdan dolayı üç kilonun altında olan oğlumu 10 dakikada dünyaya getirdim. Bu doğum sürecinin en kolay anıydı; sorunsuz, kesiksiz ve kısa. Daha kordon bağı kesilmeden oğlum kucağıma verildi, tüm zaman boyunca yanımda olan eşim makasla kordonu kesti, içimde kalan plasenta ve diğer atıklar temizlendi. Oğlumu kucağıma aldığım an tüm acılarım ve endişelerim de bir an da kesilmişti zaten. Kendimi bir mucize gerçekleştirmiş gibi hissediyordum. İyi ki erkek olarak doğmamışım, yoksa kadınları çok kıskanırdım.
Tahmin edersiniz ki, böyle bir doğum Türkiye’de olmadı. Burası Zürih, yıl 2004.
Doğum öncesi
İsviçre’de her anne adayı gibi ben de devlet tarafından takibe alındım ve kurs veya toplantılara katılarak doğumun başladığını nasıl anlayacağım, nasıl doğuracağım, hastaneyi nasıl kullanacağım gibi konular hakkında bilgilendirildim. Doktorlar ve ebeler her soruya sabırla cevap veriyordu.
- Bebeğim ters gelirse ya da kordon dolanırsa ne olacak, peki?
- Bunlar normal doğuma engel değildir, ama başa çıkamadığımız bir komplikasyonda sizi sezaryene alacağız.
Toplantılarda özellikle ikiz ya da üçüz bekleyen annelerin doğum korkusu olduğunu gördüm. Bu annelerle ayrıca özel konuşmalar yapılıyor ve birçoğu normal doğuma ikna oluyordu. Korkusunu yenemeyenler ise özel sigorta yaptırarak sezaryen alternatifini kullanıyordu.
Aynı dönemde istersem evde ya da suda doğum yapabileceğimi de anlattılar. Evde doğuma pek kafam yatmamıştı ama suda doğurmak istediğimi söyledim. Fakat erken doğum olduğu için bu yöntemden vazgeçildi.
Sonradan duyduğum ve seyrettiğim hikayelerde, gelişmiş birçok ülkede çocuğun psikolojik sağlığı için doğumun ebeler tarafından ev ortamında yapılmasının da sıkça kullanılan bir yöntem olduğunu öğrendim. Suda doğum yapmak da çocuk için daha sağlıklıydı.
İsviçre’de tüm doğum masrafları devlete ait ve hastaneler özellikle ilk doğum yapan anneleri hastanede beş gün misafir ederek kadınları annelik konusunda eğitiyor. Hem yurtdışında yaşadığımız hem de erken doğurduğumdan yanımızda hiçbir yakınımız olmadığı için bu çok iyi gelmişti bize. Doğum öncesi çok acı çekmiş olsam da annelik hayatıma böyle bir hastanede başladığım için kendimi çok şanslı hissetmişimdir.
Peki, ben o acıları neden çektim?
Anne olmadan önce konuyla pek alakalı olmadığımdan Türkiye’deki her kadının annem gibi İstanbul'daki Zeynep Kamil Hastanesi’nde ıkınarak doğurduklarını düşünürdüm. Kaldı ki yerli filmlerde birçok kez evde hatta tarlada doğuran kadınları da seyretmiştim. Öyle ki doğum olayını doktor tarafından değil de, bir ebe ve komşu kadınların yardımıyla, bir tas sıcak su ve temiz havlu ile gerçekleşen sıradan bir olay olarak algılıyordum.
Sonradan Türkiye’deki tanıdıklarıma sorduğumda sadece bir iki kişinin normal doğum yaptığını öğrendim. Hepsinin de tıbbi geçerli bir sebebi vardı. Bazıları da doğrudan sezaryen olmayı tercih ettiğini söyledi. Öyle ki; doğum tarihi şık veya orijinal olsun diye doğum tarihi seçenler vardı 02.02.2002 ya da 20.04.2004 gibi.
Türkiye’deki sezaryen doğum oranı yüzde 50 bazı özel hastanelerde ise yüzde 90 imiş. Sezaryene olan talebin giderek artış göstermesi ve daha pratik ve kontrollü olması sebebiyle sezaryen yöntemi daha güvenli ve sağlıklı bir yöntemmiş gibi algılanıyor artık sanırım. Gerçekten gerekli miydi sezaryen? Yoksa ben bu acıları boşuna mı çektim?
Hayır, hiç de boşuna değil. Çünkü sonradan birçok kaynaktan teyit ettiğime göre; bebek vajinadan geçerken ilk aşısını oluyordu. “İyi bakteri” (good bacteria) olarak da bilinen, alerji riskini düşüren ve bağışıklık sistemini güçlendiren “probiotik bakteriler” bebeğe normal doğum sırasında geçiyordu.
Ayrıca dokuz ay yaşadığı rahat ortamın akabinde dar bir yoldan zorlanarak geçerek farklı bir dünyaya doğan bebek ilk travmasını da doğum sırasında yaşıyor ve çok uzun sürmemek kaydıyla onu hayata hazırlayan bu sarsıntı da psikolojik açıdan gerekli görülüyor. Zaten doğum sürecinin doğal seyrine bırakılıp tıbbi müdahale veya ilaç etkisi altında kalınmadan yapılan doğumlarda, anne ve bebeğin karşılıklı salgıladığı hormonlar anne-çocuk arasındaki ilişkiyi olumlu yönde etkiliyor ve bu şekilde çocuk doğumda yaşadığı travmayı da hemen atlatabiliyor. Dolayısıyla doğal yolla doğan çocukların hem fiziksel ham de psikolojik açıdan daha sağlıklı ve şanslı olduğunu söylemek pek de yanlış olmuyor.
21. yüzyılda alışkanlıklarımız çok hızlı ve kolay değişiyor artık. Bu kontrolsüz gelişmeler, doğadan ve doğaldan uzaklaşmalar ve üstüne bütün bunları kanıksamalar hep rahatsız etmiştir beni, hep uzak kalmaya çalışmışımdır. Evet, hayatımdaki en güçlü fiziksel acıları yaşadım doğumda, ama doğum tamamlanınca acı tamamen yok oldu ve arkasında hiçbir hasar ya da yara bırakmadı.“Öldürmeyen acı güçlendirir” misali doğumdan sonra daha dinç ve dayanıklı hissetmeye başladım kendimi. Yeni doğum yapmış bir kadının ihtiyacı olan ilk şey de bu değil midir zaten?
Sezaryen sadece bir alternatif olmalı
Sezaryen kuşkusuz hem kadının hem de hastanenin işine gelen bir yöntem: Gece kalkma derdi yok, saatlerce rahim ağzının açılmasını bekle derdi yok, acı yok. Ayrıca yarım saat içinde bebeğinizi elinize alıp, kapıda bekleyenleri heyecan ve stresten kurtarmış olursunuz.
Bunun yanında sezaryen, her şeyden önce cerrahi bir girişimdir ve ameliyatlarda karşılaşılan tüm riskleri taşır.
Bazı tinsel görüşlere göre de sezaryen sırasında yapılan kesikle beraber vücudun bütünlüğünü bozuyor; bu bana gayet mantıklı geliyor.
Bunların dışında; eskiden normal doğumları yaptıran sağlık personeli olarak bilinen ebelerin artık normal doğum pratiği yapamadıkları, onu yerine hastanelerde hemşire olarak çalıştırılmasından dolayı tecrübesizleşiyor ve ebelik mesleği yok oluyor.
Yeni sezaryen kanunu ve doğabilecek olumsuz sonuçları
İlk iki doğumunu sezaryen ile yapan kadın üçüncü doğumda hayatını riske atıyor ve bu durumlarda sezaryen kesiği kapatılmadan annenin döl yoluna düğüm atılarak bir daha hamile kalması önleniyor.
Bu durumu Başbakan Mayıs 2012’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Kadın Kolları 3. Olağan Kongresi’nde yaptığı konuşmada şöyle dile getirmişti:
“Ben sezaryenle doğuma karşı olan bir Başbakanım ve bunların özellikle planlı yapıldığını, ülke nüfusunun artmaması için atılan adımlar olduğunu biliyorum. Bunun bir taraftan da kendilerine mali kaynak teşkil etmesi için atılan adımlardır ve bununla bu ülkenin nüfusu bir yerde donduruluyor.”
Bu konuşmanın akabinde, Sağlık Bakanlığı hemen çalışmalara başlamış olacak ki, 4 Temmuz 2012 tarihinde sezaryenin tıbbi zorunluluk olmadıkça uygulanamayacağı ve yüzde 50’den fazla sezaryen doğumu gerçekleştiren hastaneler incelemeye alınacağı karar bağlandı (6354 sayılı yasa).
İktidar partisinin daha önce sigara, içki ve kürtaj konusunda uyguladığı siyasetin aynısı, doğum konusunda da önümüze çıkıyor. Bu tür yasalar temelde insan sağlığı için doğru ve faydalı olsa bile, insanları bilinçlendirmek yerine yaptırıma dayalı hazırlanıyorlar.
Sistemin içindeyken, sistemin dışında kalmaya çalışmak aslında hiç kolay değil. Günümüz Türkiyesindeki genel algı ve uygulama sezaryenin daha güvenli olacağı yönünde, yani insanlar bu yasaya henüz hazır değil gibi görünüyor.
Sezaryen ne kadar kısıtlansa da sosyo-ekonomik durumu yüksek olanlar bu imkanından faydalanacaktır. Ayrıca bu şartın doktor ya da hastanenin alacağı tıbbi kararlarda baskı unsuru oluşturma tehlikesi var; ki bu da hekimlik mesleğine bir müdahale aslında.
Doğum hem psikolojik hem de fiziksel olarak önceden hazırlanılması geren bir durum ve gene kadının kendi kararı olmalı. Sezaryenin normal doğumdan daha olağan ve güvenli olarak algılandığı şu ortamda insanlardaki bu algıyı değiştirmeden, normal doğuma zorlamak, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) bu yasaya karşı verdiği iptal önergesinde iddia ettiği gibi, kişinin maddi ve manevi varlığının korunması bakımından Anayasa'ya aykırıdır.
Bu yasadan sonra sezaryen planladığı halde bu yeni yasayla normal doğum yapmak zorunda olduğu için, psikolojik olarak hazırlanamayan ve doğumdan tatmin olmayan ya da psikolojik olarak yıpranan kadınlar var.
Dünya Sağlık Örgütü Haziran 2010 tarihinde sezaryen doğum ile ilgili önermiş oldukları yüzde 15 ideal oranını geri çekti. Resmi açıklamalarında "İdeal bir oran verebilmek için herhangi bir deneysel kanıt yoktur. Sezaryene ihtiyaç duyan her kadın buna sahip olacaktır, önemli olan da budur" denildi.
Yani; normal doğumda önemli olan anneyi rahatlatmak ve ne kadar zor olsa da bu işi başarabileceğini yani sezaryene ihtiyacı olmadığını hissettirmek olmalı.
Benim kanımca, tıbbi gereklilik olmadığı durumlarda sezaryen seçeneğine başvurulması kapitalist ve konformist hayatın bizlere kazandırdığı “şımarıklık”lardan biri. Ne var ki şunu da kabul etmek gerek; sezaryen sayesinde çocuk ve anne ölümleri önemli bir ölçüde azaldı.
Sezaryen bir tercih olmalıdır, tıpkı 20. kata çıkarken nefesimiz yetmediği ya da üşendiğimiz için merdiven yerine asansör kullanmamız gibi.
Aslında her kadın yaratılışı gereği hem fiziksel hem de psikolojik olarak normal doğumu yapabilecek kapasitededir fakat günümüz hayat şartları bu onlara unutturulmuştur. Benim için çocuklarımı doğurduğum o iki gün 40 yıllık hayatımın en unutulmaz anlarıydı ve eminim bu duyguyu bütün anneler yaşamak isteyecektir. (DAH/HK)