Yazı yazarak geçiminizi sağladığınızı düşünün. Ertesi güne yetişecek köşe yazınızı kaleme almaya başladınız.
O gün Kafka'nın "Dönüşüm"ünden bahsetmek istersiniz. Kendinizi oradaki böcek gibi hissettiğinizden, yalnızlığınızdan, kurumlar ve ahlaklar arasında sıkışıp kalan ruhunuzdan ya da ne bileyim hayallerinizden, yaşama sanatınızı nasıl icra ettiğinizden, gözünüzden sakındığınız bir dostunuzdan bahsetmek istersiniz.
Amaçsız gözükür bu yazılar ama ortaya edebiyat çıkar, tadımlık anekdotlar, "Sen de mi!" dedirten ortak hissiyatlar. Bu tip yazıların da "haber" verdikleri şeyler vardır, vardır ama...
Gündem o kadar acımasız haberleri yığar ki önünüze her yazmaya niyetleneceğiniz paylaşımı bigane olma utancı yaşayacağınızdan aklınızın köşesinden bile geçirmemeye çalışırsınız.
Gözlemlerin ve yaşanmışlıkların öğrettiği; niyetle, kısmetin yollarının sıkça kesişmediği. Bazen niyet ettiğin yol sapa kalır, bazen de kısmetine düşene razı olmak zorunda kalırsın. Bazen de koşullar öyledir ki kendine ne istediğini sormakta utanırsın.
Zülfü Livaneli'nin sesiyle dinlediğimiz "Özgürlük" şarkısının yazarı olan Paul Eluard da bu son bahsettiğim koşullar ne icap ediyorsa, rızasını ondan yana koyanlardan. "Okulda defterime, sırama ağaçlara, yazarım adını. Hem kara hem kuma kazırım adını" ile başlayan şiir, özgürlüğü anlatır.
Şair bu şiiri sevgilisine yazmaya niyetlenmişken vazgeçip, özgürlüğe yazmıştı. I ve II. Dünya Savaşı'na tanıklık etmekte kalmamış, üstüne üstlük bir de direniş hareketlerinde yer alarak taraf tutmuş Eluard için aşk büyük ihtimal özgürlük kazanıldıktan sonra sanatında konuşacağı bir şeydi.
Niyet ve kısmet demiştik... Radha Bharadwaj'ın "Saklı Ülke" filmi tüm film boyunca iki karakterin diyalogları ile sürer. Tutuklu kadın çocuk masalları yazarıdır. Neredeyse tüm film boyunca gözleri kapalıdır. Başından ayrılmayan ve ona her türlü sözlü, bedensel işkenceyi yapan sorgucusu ise kılıktan kılığa girer. Ses değiştirme cihazlarını kullanarak kimi kez gardiyan, kimi kez kötü polis, kimi kez iyi polis olur.
O devletteki her şeydir. Bizde ki "Yargının kararı içimize sinmedi", "Kamuoyunun vicdanı rahat değil" diyen ses sahiplerinin aynı hedefe kilitlenmiş yekpare ideolojinin kopmaz, dokunulmaz parçalarını temsil etmeleri gibi. Aptalı oynayan mı dersiniz, iyiyi oynayan mı dersiniz, zalimi oynayan mı dersiniz, aklınızdan ne geçirirseniz.
O seslerden birisi İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin. Formun Altı "Sıkıntı nedir? Özgürlük... Hangi özgürlükten bahsediyorsun. O zaman tutuklanınca da şikâyet etme. Özgürlük yoksa dışarıda, farkı yok içerinin demek ki. Niye şikâyet ediyorsun, demek ki var dışarıda özgürlük." Mantıksız, izahsız bu fikir yürütme incileri hangi parçayı temsil ediyor dersiniz? Yorumsuz...
O seslerden birisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. "Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? Siz bu gençliğin büyüklerine isyankâr bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Siz, bu gençliğin milli, manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz?"
Tinerci, isyankâr, milli ve manevi değerler gibi kelimeler, kavramlar aynı cümle içerisinde kullanılıyor. Halkını tanıyan bürokrat, iyi ve kötü olmak üzere fişlenmiş sözcükleri saçmalık derecesine aldırmadan neden-sonuç ilişkisinde yan yana koyuyor. Peki, bu ses iktidarın hangi yanını temsil ediyor dersiniz? Yorumsuz...
Stalin Kominizm için, Mussolini ve Hitler ise faşizm için kök söktürmüştü. Her üçü de geniş kitlelere seslenebilmiş, propagandalarına tehlike olarak gördükleri şeyleri bertaraf edeceklerini ilan ederek başlamışlardı.
Rejim karşıtı hareketler, resmi ideoloji dışında yaşam alanı kurmak isteyenler susturulmaya çalışılsa da totaliter baskıya sanatla karşılık veren hemen hiçbir ses susturulamadı. Bunun en iyi örneği yazın dünyasıdır. Cezaevleri bile yazı yazmaya engel olamamıştır.
Jomo Kenyatta'nın bir yıl boyunca keyfi olarak tutuklattığı Kenyalı muhalif Nguagi Wa Thiong kitabını tutuklu bulunduğu cezaevinde tuvalet kâğıdına yazarak tamamlamıştır.
Marquis de Sade "Erdemin Felaketleri" adlı kitabını, Jean Genet "Çiçeklerin Meryem Anası" adlı kitabını hapishanede yazmıştır. Sir Thomas Malory'un üslubunun bugün bile konuşulduğu "Arthur'un Ölümü" adlı kitabını hapishanede yazmıştır.
Klasikler arasında yer alan Cervantes'in "Don Kişot"u, Oscar Wilde'ın "De Profundis"u, Fanny Hill'in "Bir Zevk Kadınının Anıları" hapishanede yazılan kitaplardır.
Her totaliter rejim sanatçının, sanatını baştan yaratır. Çocuk masalları yazmak isteyen yazar, işkenceleri yazmaya başlar. Öyküler yazmak isteyen yazar, faili meçhul cinayetleri yazmaya başlar. Aşk şiirleri yazmak isteyen şair, yıllar sonra hep bir ağızdan söylenecek olan marşlar yazar.
Roman yazmak isteyen yazar, vazgeçip kendi ülkesinde bombalanan 34 canın hesabının sorulması için devlet karşıtı bildiriler yazar. Film yapmak isteyen sinemacı, kurgu zekâsını siyasetin kirli oyunlarına yorar. Niyet ve kısmet meselesinde devlet faktörü, insanın yaratıcılık sınırlarını zorlar.
"Saklı Ülke" filmindeki tutuklu kadın yazmış olduğu "Saklı Ülke Masalı"nın, "Hükümet karşıtı çeşitli yer altı örgütlerinin mücadelesini dile getiren bir alegori olduğunu" itiraf eder. (!) Masalındaki niyet bu değildir tabiî ki de. Dikte edilen itirafnameyi imzalamak zorunda kalmıştır.
Şartlar ve vicdan el vermiyor ama Türkiye'de eminim ki bir çok yazar edebiyatla haşır neşir olmak istiyor. Toplumu gözetledikleri bir yerlerde en baki sanat dediğim yazıyla dünyayı anlatmak, anlatılanları dinleyerek de gerçeklere edebiyat aracılığıyla çalım atmak istiyor. Dedik ya, sanatçıların yaratıcılıklarını, uğraşlarını, ilgi alanlarını ülke meselelerine karşı devletin politikaları belirliyor. (FG/HK)