Bu kez size Niyazi Berkes 'in "Unutulan Yıllar" kitabını tanıtmaya çalışacağım. Bu kenarda köşe kalmış olacağını düşündüğüm otobiyografi aksine (ülkemizdeki ortalama kitap baskı sayısı düşünülürse) bir hayli ilgiye mazhar olmuşa benzer. İlki 1997'de İletişim Yayınları tarafından basılan kitabın bendeki nüshası 2014 yılındaki beşinci baskı. Kitap asıl olarak Berkes'in kendi notlarından oluşuyor. Buna ilaveten başta yayına hazırlayan Ruşen Sezer olmak üzere çeşitli kişilerin katkıları da olmuş.
Kitap ilgimi çekmesine rağmen yoğun bir döneme denk geldiği için pekte hızlıca bitirdiğim söylenemez.
Gelelim kitapta anlatılanlara, en ilgi çekici kısımlarından biri, Berkes'in doğduğu büyüdüğü yılların Kıbrıs'ı. 1908 Yılında Kıbrıs'ta doğan Berkes liseye gidene kadar burada kalır. Bu çocukluk döneminin dikkat çekici özelliklerinden biri kendilerini bir biçimde bağlı hissettikleri ana karada cereyan eden, 1.Dünya Savaşı ve sonrası adada halk arasındaki gelgitlerdir. İnsanlar kimden yana taraf olacağını şaşırmış. Bir tarafta İngilizlerin adadaki güçlüğü varlığı diğer tarafta konuştukları dil türkçe ile ilişkileri diye özetleyebileceğimiz bir gelgitle simgelenir bu durum. Nedense Berkes'e göre zenginler biraz yanar döner tavırlıdır. Sözleri başkayken İngilizlerle yakın ilişki geliştirmeye heveslidirler.
Unutulan Yıllar, Niyazi Berkes Yayına hazırlayan: Ruşen Sezer, 5. Baskı, 2014, İletişim yayınları |
Berkes daha sonraki durağı liseyi okumak üzere İstanbul olur. Berkes'in yaşam kesitleri aynı zamanda yeni yeni şekillenmekte olan cumhuriyetin acemiliklerini sergileme bakımından da önemli. Bu yıllardan itibaren çeşitli zorluklarla karşılaşır Berkes. Fakat belki de o dönem okuyan yazan iyi kötü herkesin görece rahat bir yaşam sürdüğünü ifade etmek, ülkenin geri kalanı göz önünde bulundurulduğunda abartılı olmaz.
Kitabın anlatımı ile ilgili Berkes'in yaşam kronolojisine sadık kalmaya çalışacağım. Lisenin bitimiyle birlikte Berkes soluğu üniversitede alır. Nerede okuyacağında biraz kararsızdır. Bir iki değişiklikten sonra İstanbul Üniversitesinde felsefe okur. Sonrası akademik hayat devam eder. Ama burada dikkat çeken öge o dönemde şekillenmekte olan iktidar ilişkilerinin aydınlar arasında da çekişme ve çatışmalara neden olduğu görülür. Bu çekişme odaklarından biri Turancı yaklaşımları temsil eden Nihal Atsız'dır.
Berkes 1935'te ABD'ne gider. Burada belki Berkes için çok önemli olmamakla birlikte onun Ermeni Soykırımı'na yaklaşımı sıradan bir milliyetçiden çok farklı olmadığını görürüz. Bu Amerika seyahati esnasında, gemide biri merakla, Ermenileri sorar kendisine, o ise doğrudan bir suçlama yöneltilmemesine rağmen, bu kişiye tepki gösterir. Sonrası ise Anadolu'da sürülmüş bir Ermeni ile oralarda buluşmasıdır. Bu buluşma vukuatsız geçer. Fakat Berkes'in bu Ermeninin doğduğu toprakları niye terk ettiği sorusunu getirmediğini görürüz, en azından biz okuyalım diye yazmaz.
Dil Tarih yılları
Berkes 1939'da yurda döner. Bu kez Dil Tarih'te hocadır. Kitabın asıl can alıcı bölümü bundan sonra başlar. Bu bir anlamda “milli şef” döneminin deşifre edilmesidir. Mesela hep tekerleme gibi tekrarlanan tarafsızlık siyasetinin yerinde yeller eser. İnönü ve onun kontrol ettiği hükümet ta ki Naziler yenilene kadar umudunu o yana bağlamıştır. Bir taraftan da Almanlara değerli madenler satmaya devam eder. Turancı düşünceler desteklenir. O zamanın Turancıları hiç Uygurlardan falan bahsetmezler varsa yoksa petrol kaynaklarıyla ünlü Bakü hedeftedir. Uzun zaman Nazilerin buraları kendilerine bırakacağı masalıyla avunurlar. Naziler Stalingrad'da yenilince Milli Şef'te de çark etme eğilimleri başlar. Sanki Turancıları o desteklemiyormuş gibi davalar açılır, mahkumiyetler çıkar. Bunların arasında o dönem çok etkili olmasa da Alpaslan Türkeş de vardır. Tıpkı Milli Şef gibi o da önce Almanya'ya oynar, sonrası ise hapisten çıkar çıkmaz ABD'ye askeri eğitime gider. Ülke gibi o da Truman doktrini paralelinde ABD rotasına girer.
Milli Şef'in Marifetleri
Niyazi Berkes |
1908’de Kıbrıs’ta doğdu. 1927’de İstanbul Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde felsefe ve sosyoloji öğrenimi gördü. Bu sırada aynı fakültenin Tarih bölümünden de sertifika alan Berkes, bir süre Ankara’da Türk Ocağı Kütüphanesi’nde ve Türk Eğitim Derneği’nin kurduğu deneme lisesinde öğretmenlik ve müdürlük yaptı. 1934’te üniversitenin yeniden yapılanması sırasında Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nde sosyoloji asistanı oldu. Bir yıl sonra ABD’ye giderek Chicago Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde çalıştı. 1939’da Türkiye’ye döndükten sonra Ankara’da Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ndeki sosyoloji doçenti olarak göreve başlayan Berkes, 1945’e kadar burada çalıştı. Aynı yıl tasfiye hareketi sonucunda kürsüsü kaldırıldı. Bunun üzerine gelişen olaylar sonucunda 1952’de yurtdışına gitti. Kanada’da McGill Üniversitesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü’nde önce misafir profesör olarak görev yapan Berkes, 1956’da aslî profesör oldu. 1958-1959 arasında bu görevinin yanısıra Hindistan’da Aligarh Üniversitesi’nde de ders verdi, Pakistan, Endonezya ve Japonya’yı ziyaret etti. Emekli olduktan sonra İngiltere’ye yerleşen Niyazi Berkes, çalışmalarını burada sürdürdü. 18 Aralık 1988’de İngiltere’de Hythe’da öldü. |
Daha sonrası ise İnönü yönetimi Mustafa Kemal'den devralınan bazı taktiklerle ülkeyi ABD limanına yanaştırır. Bunların arasında mesela “komünizm tehdidi” icat etmek gibi maharetler de yer alır. Niyazi Berkes, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav böylesi bir oyunun kurbanı olacaklardır. Ortada hukuki herhangi bir sorun olmamasına rağmen bu insanlar komplolar ve idari tedbirlerle üniversiteden uzaklaştırılırlar. Gerekçe komünist olmalarıdır. Diğerleri ne demiştir bilmem ama Berkes komünizmle ilgisi olmadığının altını çizer. Uzun uğraşlara rağmen o sırada bu öğretim üyeleri mücadelelerini kazanamaz. Nitekim Berkes 1952'de Kanada'ya gitmek zorunda kalır. Öğretim üyeliğini orada sürdürür. Anılarında Berkes kendilerine yapılan haksızlığa kitabının önemli bir kısmını ayırmış. Bundan sonrası ise adeta yok. İşin doğrusu kendi adıma sonraki yaşamını da okumayı isterdim.
Tekrar “Milli Şef”in marifetlerine dönelim. İnönünün yaptıkları bana 2. Abdülhamid'i ve malum Reis'i anımsattı. Bundan da öte Marx'ın ünlü bir sözünü çağrıştırdı. “Hegel bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur:bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen ikinci kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak...” Eh şimdi bizde bir üçüncüsü var ona ne diyelim? Marx'ta ön görememiş nitekim, bir üçüncünün zuhur edebileceğini. Traji-komik deyip geçelim diyeceğim ama kükremeleri duydukça bunun yeterli olup olmayacağından emin olamıyorum.
İşin püf noktası belki biraz daha gerilerde, Lozan Anlaşması'nda. Berkes aynı zamanda Lozan Fatihi diye bize sunulan muhteremin İngiltere temsilcisi Lord Curzon'un isteklerinden başka bir şeyi dile getirmediğini bizlere bir çok delille birlikte sunuyor. İşin garip tarafı bütün bu olanların sonraki yıllarda da derinlemesine sorgulanmayışı.
İftar Sofrasındaki Aydın
Bir diğer dikkat çekici husus ise aydınların hali. Adeta bir çoğu iktidarın ve menfaatlerinin elinde oyuncağa dönüşmüşler. Sonraki yıllarda “değerli yazar ve şairler” diye edebiyat kitaplarında okuyacağımız bir kısım aydının iktidarın tetikçileri olduğunu görmek beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Anladığım lise yıllarında bize eziyet eden bu edebiyat kitaplarındaki yerlerini de bu insanlar, o dönemde iktidar tetikçisi olarak mesai yapmalarına ve iktidara göre kolayca fikir değiştirmekten hicap duymamalarına borçlular.
Mesela bir zamanların hızlı Turancısı Peyami Safa'nın, iktidarın o yana meylediyor gibi yapması üzerine, sosyalizm nutukları atmaya başlamasını aklınız alabiliyor mu? Bence rahat rahat alıyordur. Hele hele günümüz aydınları halini düşününce. O zamandan başlayan alışkanlıklar var maalesef. Mesela iktidarın iftar sofrasında yer tutmak(sözcüğün gerçek anlamıyla, maalesef bir metafor değil), bir marifetmiş gibi çoğu kişiye belki de “entellektüel genetiği”nin bir parçası olarak miras kalmış. Tanzimattan beri anlaşılamamaktan yakınan aydın, başkaları üzerinde kılıç sallarken, yüksek sesle höykürüp kelle, kulak koleksiyonu yapabiliyor. Ama iş öz eleştiriye, yanılgıyı kabullenmeye gelince birden munisleşiyor. Sessizce, adeta fısıldayarak, varsa bir hatası belki söylüyor. Ama genelde yine “beni anlamadınız!” nakaratına sarılıyor.
Bu mevzu bitmez. Tafsilatlı bir mesele. Uzar da uzar. Kötü örnek çok. Ama şu kadarcık yazdığımızı bile “aydın düşmanlığı” diye niteleyenler çıkacaktır. Yine de bu zavallı okurun naçizane bir tavsiye yazmasına müsaade buyrunuz. Ola ki okuyan olur diye söyleyeyim: Dünyayı değiştirmek istiyorsanız (ötekilere lafım yok), bu iş iktidar eteğinde olmaz, hiç bir zaman olmadı. Akıl vermek diye bir meslek olabilir, ama o akılı bizzat kendiniz sınamayıp, başkalarına havale ediyorsanız, bu tarz bir siyasetten de hayır gelmez. Hele hele verdiğiniz aklın herkesin işine yarayabileceğini iddia ediyorsanız, bu artık kendi zihninizin labirentlerinde kaybolduğunuz anlamına geliyordur. Geçmiş olsun!