Ana dillerini umuma açık yerlerde konuşmak cesaret gerektiriyordu.
Üstelik onlar o toprakların kadim halkıydılar ve bölge, coğrafi bakımdan üzerinde hâkimiyet kuranlardan çok kendilerine aitti.
Memleketlerinde yabancı muamelesi görüyorlardı; her türlü baskıyla ya bir an önce asimile olmaları ya da bezdirilmek suretiyle göç etmeleri bekleniyordu. Köy, mıntıka, vadi ve benzerlerinin isimleri değiştiriliyor, millîleştirme politikası arsızca yürütülüyordu.
Antakya’nın Türkiye’ye sonradan dahil edilmiş olması gibi İtalya’nın Yugoslavya sınırındaki Trieste ve çevresi de millî topraklara gecikmeli olarak katılmıştı.
Muhtelif planlar çerçevesinde ABD güdümüne girmesi sağlanmış diyarlardan İtalya “Komünizm canavarı” ile yan yana olduğundan derin devletin mühim bir laboratuvarı haline gelmiş, bilhassa Trieste’de millî hassasiyetlerin Batı’nın lehine gelişmesi için iktidar elinden geleni ardına koymamıştı. Bu arada coğrafyada yerleşik Slovenler günah keçisine dönüşmüş, bölgenin çalkantılı mazisinin intikamı adeta onlardan alınır hale gelmişti.
Fakat Yugoslavya’nın dağılmasıyla kendini ilk kurtaran, Trieste’nin komşusu Slovenya olmuş; Avrupa Birliğine hızla girmesiyle beraber İtalya ile münasebetler ister istemez geliştirilmiş ve aradaki ihtilaflı sınırların bile pek bir değeri kalmamış.
Zaten bu arada AB standartlarına uymak zorunda kalmış olan İtalya, Trieste’deki Slovenler’e azınlık haklarını iade etmeye başlamış, sokak tabelaları, köy adları hem İtalyanca hem de Slovence olmak üzere çift dilli yazılmaya başlamış, adalet sistemi de Slovence’yi inkâr edemeyecek şekle getirilmiş.
2010 yılında Trieste’ye taşındığımda Slovenler geçmişle hesaplaşmanın tam anlamıyla tamamlanmış olduğuna inanmasalar da kentte artık belirli bir görünürlük kazanmışlar, ana dillerini yüksek sesle konuşmaktan çekinmez hale gelmişlerdi. Statükonun değişmiş olmasıyla, muhtelif travmalara saplanıp kalmış olan, Trieste’nin zaten pek de safkan olmayan İtalyan ahalisiydi.
Gurbette bir Levanten
Trieste’ye göç etmeye karar verdiğimde, İstanbul’da yıllar önce tanımış ve sevmiş olduğum güzeller güzeli Sloven arkadaşım oradaki tek dayanak noktamdı. Uzun boylu, endamlı ve başına buyruk dostumun beni kentin Sloven Kültür Merkezindeki (Kulturni dom) bir konsere davet etmesiyle merkezin müptelası olmam bir oldu.
Fuayeden itibaren ortama hâkim olan insani sıcaklık, kentin saçtığı soğuk ve gergin enerjiyle taban tabana zıttı. Güler yüzlü insanlar birbirine şefkatle sarılıyor, öpüşüyor, yüksek sesle ama medenice edilen sohbetler, üyeleri birbirine kenetlenmiş sağlam bir cemaat hissi veriyordu. İcra edilen repertuar hakkında heyecanlı tartışmalar yapılıyor, Trieste’deki taşra snobizmiyle alakasız, samimi coşku etkinlikler boyunca devam ediyordu.
Dillerinden hiçbir şey anlamıyor olsam da Triesteli Slovenler’in mekândaki konuşmaları kulağıma müzik gibi geliyordu. Onlardan biri olmasam da, hürmet uyandıran arkadaşımın büyük bir ihtimalle eşliği sayesinde beni aralarına saygıyla kabul etmeleri büyükdedemin memleketinde duyduğum büyük yalnızlığı bir şekilde bertaraf ediyordu. Hatta bir ara gaza gelip Slovence öğrenebilmek için dil kursuna bile yazıldım.
Yine de gurbette yaşamaya fazla dayanamadım ve takriben üç sene sonra Türkiye’ye geri dönmüş oldum. Hürriyetine ve tüm haklarına her zaman düşkün Sloven arkadaşım o arada kendi kararıyla evlenmiş, hatta kısa aralıklarla iki çocuk sahibi olmuştu; fakat hamilelik izinlerini tamamladıktan sonra başarıyla yürüttüğü işine hızla dönmüştü…
Seks günah mıdır?
Oysa coğrafyanın bilhassa kırsal kesiminde, şu anda nine olacak yaştaki kadınların, kaderleri hususunda pek söz hakkı olmamıştı. Slovenya’nın günümüzde dünya çapında ilgi gören, dağlar ve ormanlarla çevrili, şirin kilisecikleriyle sempati toplayan, birbirinden pitoresk küçük yerleşim merkezlerinde, asırlardır süren ataerkil düzen hâkimiyetini kısa zaman öncesine kadar devam ettirmişti. Kadınlardan beklenen en büyük fazilet sessiz kalmaları, istenmediği zaman konuşmamalarıydı.
Söz dinlemeleri, kocalarının sinirleri bozuk olduğu zaman dayak yemeyi isyan etmeden kabul etmeleri âdetten sayılıyordu. Ev kadınlığının tüm gereklerini yerine getirmeleri, çocuk sahibi olup onları emzirmeleri, hassasiyetle onları büyütmeleri, aynı zamanda hayvancılık ve çiftçilikle uğraşmaları, sorgulanmadan kabul edilmesi gereken dinamiklerdi.
Cinsellik ise zaten her şeyiyle tabuydu. Aralarında bile problemlerini konuşmak kadınlar için daima zordu; eve geceyarısı sarhoş dönen kocalarının cinsel isteklerine karşılık vermemeleri imkânsızdı. Kadın istemese, hatta canı yansa bile direnmesi boşunaydı. Her şeyden daha mühim olan kocanın cinsel arzuları ve tatminiydi. Bu yüzden kocaların tecavüzleri sıradanlaşıyordu, kadının olası orgazmı zaten düşünülemiyordu.
Yönetmenliğini Urška Djukić ile Émilie Pigeard’ın üstlendiği "Ninelerin Cinsel Çilesi (Babičino seksualno življenje/Granny’s sexual life)" dört yaşlı kadının anılarına dayanıyor. Uluslararası Annecy Animasyon Film Festivali programında yer alan ibretlik eser Tampere Film Festivali'nde uluslararası yarışma büyük ödülüne de layık görüldü.
2021 Slovenya yapımı şirin film 13 dakikada derdini başarıyla ifade ediyor, dönemin ruhunu layıkıyla yansıtan siyah beyaz fotoğraflar ve portreler bir yana, animasyon maharetiyle ruhun derinliklerine temas ediyor.
Din baskısı
Bilhassa din baskısıyla kendini mazide hiç ifade edememiş kadınlarla karşı karşıyayız. Günah çıkarmaya gitmiş kahramanlarımızdan bir tanesi rahibin ona bağırarak son iki yıldır niye hamile kalmadığını sormuş olduğunu hatırlıyor: “Yoksa kocanı dışarı boşalmaya mı zorluyorsun?”Kadın korku içinde böyle bir şeyi asla yapmadığına dair yeminler ederek rahibi ikna etmeye çalıştığını söylüyor.
Bir diğeri mütemadiyen tekrarlanan zoraki cinsel ilişkiden dolayı canı acıdığından bir arkadaşının ona domuz yağı kullanmasını tavsiye ettiğini anımsıyor.
Seyirci konuşan kadınları asla görmüyor; çok sade, hatta çocukça çizgilerle mesajını layıkıyla ileten esasen bir animasyon filmi Ninelerin cinsel çilesi. Çizimler alegorik açılımlarla kadınların yaşadığı kâbusları çarpıcı bir biçimde aktarıyor.
Erkeklik uzvunu eline almış bir tabur askerin, başlarındaki komutanın yüksek sesle sarfettiği komutlar eşliğinde ilerleyişi borazan sesiyle taçlanırken filmin kara mizah ve ironik yaklaşımı da sembollerle kendini göstermiş oluyor.
Filmin sonunda objektife bakan dönem kadınlarının portreleri, aslında söyleyemediklerini gözleriyle ifade etmeye çalıştıklarının çarpıcı birer ispatı.
Trieste’ye dönersek, kentin asıl Sloven Kültür Merkezi (Narodni dom) 1920 yılında Faşistler tarafından yakılmıştı. 30 Mayıs 2022’de Trieste’de vefat etmiş olan meşhur Sloven yazar Boris Pahor 1954 yılında yayınlanan bir kitabında konuyu ayrıntılarıyla işlemişti.
Tarihe Hotel Balkan vakası olarak geçmiş menfur olaydan tam bir asır sonra 13 Temmuz 2020 tarihinde, Narodni dom İtalya’nın Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella ve Slovenya Cumhurbaşkanı Borut Pahor’un hazır bulunduğu bir törenle Sloven cemaatine iade edilebildi. Hayırlı bir iş yapıldığını, araya girmiş mesafeye rağmen hissedebiliyorum!
(RL/EMK)