Sevdiği yazar Sylvia Plath ile “ölüm ortaklığı” yaşayan Nilgün Marmara 13 Ekim 1987'de henüz 29 yaşındayken yaşama “hayır” demese de ölüme “evet” diyerek çekip gitti yaşamdan.
“Dünyanın sunduğu olanakları tözümüzde bulunan bir güç sayesinde, kendisi için olanaklı bir konum tasarlayıp kendini o konuma fırlatma gücü sayesinde kavrarız. Eylemde bulunmak, şimdi burada konumlanmış olan varoluşumuzu ilerdeki olanaklı bir konum adına terk etmektir. Eylemde bulunmak başlamaktır, gelip geçmiş olanlardan kopmaktır; içimizde olup bitmiş olanları geleceğe fırlatmaktır.” *
Alphoso Lingis’in “ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığı” isimli kitabında “ölüm ortaklığı” ölümlülüğümüz içinde kendimizi tanıdığımızı anlatır. Önümüzdeki bir olanaklar silsilesi şeklinde uzanan bir dünyanın içinde eylemde bulunduğumuzu ve dünyanın kaynaklar, araçlar, yollar, tehlikeler, sığınaklardan oluşan bir alan olduğunu söyler.
Nilgün Marmara’nın gidişinin ardından “intihar mı?” sorusu akıllara takılırken bir yandan onun yazarı hatta kendisi olduğu ortaklık kurduğu Sylvia Plath oldu Nilgün Marmara’nın gidişinin adı. O giderken adını koyduğu ortaklık ile yeniden varolacağını düşünerek çıktı belki yola. Bu yaşamaktan vazgeçmek miydi, belki çoğumuza göre evet. Ama belki de tıpkı Tezer Özlü’nün Pavese’yi aradığı otel odalarında kendi yolunu arayışındaki hikayeydi Nilgün Marmara’nın gidişi. Ölüme gidebilmenin yaşamaya başlangıç olduğunu hissettiren gidişler başka bir dünyanın varlığına inanıştan öte kendi tözlerine dönüş olduğunu düşündürüken gidişlerin de bir ortak anısı olduğunu gösteriyor.
“Kişi gider çünkü kendini gitmek zorunda hisseder; öteki ölürken yalnız olmasın diye gider. Kişinin elinin incelik ve şefkatle yaptığı her hareket, ötekinin yaralanabilirliğinin kendisine yönelttiği buyruğu tanır. Kişi ötekiler için ve ötekilerle birlikte acı çekmek zorundadır….” *
Sessizliğin ortaklığına sığınmak
Cümleler bırakmasa da ölümler bize, gidişin sessizliği anlatır yaşama tutunduğumuz yerlerin sancısını. Gideni ve gidişin ardındaki ağırlığı yükleniriz. Ve gidişi düşünürüz, onun varlığını. Cemal Süreya’nın Nilgün Marmara’nın ardından; “Bu dünyayı başka bir dünyanın bekleme odası gibi görüyordu” cümlesi Nilgün Marmara’nın yaşamdaki varlığına tanık olurcasına fısıldıyor bize.
“Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu?
Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.'.. Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden!
Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir. Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
’Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna’ bir çocuk demiş.”
Sancıların ortaklığıyla yanılmak
Yaşama inanmamaktan geçer "intihar’"ın yolu baktığımızda. Oysa yaşamın içindeki en kuytulukların içinde, kendi varoluş yolculuğunun bir başka hikayesidir. İntahar’ı övmek, ölümü yüceltmek midir bu? Nasıl yaşamı kutsamak değilse her nefes alışımız ölümü yüceltmek olabilir mi son nefes anı?
Sancıları hafifletir kurduğumuz ortaklıklar, aradığımız tanışıklıklar. Ve dokunmak isteriz bu ortaklığa, daha da hafifler belki,sancıyı yok eder bu dokunuşlar diyerek uzatırız elimizi… Bazen en yakınımızda olan, en mahrem sırlarımızı paylaştığımız dostlarımız, yakınlarımız karşısında yabancılaşırken, yüzünü bile görmediğimiz biri çok tanıdıktır bize. İnsanlığımıza, insana dair açılan en büyük yaraları gösterebiliriz o yabancıya kimbilir: “Bak bu yara annemden, işte bu babamdan, buradaki ilkokul öğretmenimden, haaa şu en derin olan mı onu ben açtım bilmeden.. En çok da o acıtıyor canımı, en çok o kanıyor” diyebiliriz çığlık çığlığa ağlayarak. Belki o yabancı da dokunur yaralarımıza, belki kendi yaralarına benzetir o da içlerinden birini, o da çığlık atar, o da ağlar.. Ve bu iki yabancı sanırım iki kadın olur bir yerlerde. O yaraların sancısıyla kıvranırken, deli sanılan kadınlar olur.. Yaraları görmezden gelmek sağlıklı olmaktır oysa böyle öğretildi bize, sancısını duyar çığlıklar atarsan delisindir, delirmişsindir…
"Yontusal bir dinginlikle sıralarım
sözcüklerimi vasat bir yere,
Bir duyumlanmaz imgeleme-
taşkınlıktan ırak mı ırak!
Ah! Ya benim ele geçirilmez çoşkularım,
varolamamış henüz
biçimleyemediğim." **
“Kendi açtığım yaranın kabuğunu bir kez daha kaldırıyorum, ve en çok o acıtıyor canımı, en çok o kanıyor. Ve çığlık atıp yeniden ağlıyorum beni hiç tanımayan bir kadının karşısında” diyerek kurduğumuz ortaklık kendi sancımız ile kurduğumuz ortaklıktır aslında. Aynaya baktığımızda kendi suretimiz dışında bize bakan her bakış yine bizim içimizdeki yüzlerden başka biri değildir. Nilgün Marmara’nın Sylvia Plath ile kurduğu ortaklık bu sancı ortaklığının ötesinde farklı zamanlarda yaşanmış iki yaşamın kesintisiydi onda belki. Bundandır ki aynaki surettin peşine düşmek oldu onun yolculuğu.
"Onun bedeni bir tımarhane.
İçinde çok işçi, deli ve çalışkan!
Onun bedeni bir kule.
İçinde çok basamak, karanlık ve nemli.
Güldürerek çıkarır merdivenlerden,
Ağlatarak indirir aşağı!" ** (ASA/HK)
---
* “ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığı” Alphoso Lingis (Ayrıntı Yayınları)
** Nilgün Marmara