Fotoğraflar: Mehmet Aktulga.
Geçmişten bugüne kalan güzelim eski İstanbul meyhanelerinin peşi sıra kapanışlarını duymaya başladığımdan beri bu yazının ilk tohumları zihnime serpilmeye başlamıştı.
Önce 1954'ten beri Beyoğlu'nun meyhane müdavimlerinin yanı sıra Asmalımescit bölgesinin bir dönemki bohem hayatının rengi olan sanatçılarını da "demleyen" Refik Arslan'ın "Refik Meyhanesi"; hemen arkasından da 1941'den beri önce Krepen Pasajı, sonra Nevizade Sokak gecelerini ısıtan, İmroz'lu (Gökçeada) Yorgo Okumuş'un "Krependeki İmroz" meyhanesi 2020'nin sonbahar yapraklarının arasına karışıp gittiler.
Zaten eski İstanbul meyhanecilerinin en güzel örneklerinden olan, müşterilerini kapıda karşılayıp sonrasında da masa masa dolaşıp onlarla derin sohbetlere dalan bu iki güzel meyhaneciyi 2011 ve 2015 yıllarında 4 yıl ara ile sonsuzluğa uğurlamıştı o iki dar sokak.
Üzerine de gelen bu kapanma haberleri yalnızca bizim değil annelerimizin babalarımızın da gençliğinde rakılarını yudumladığı bu mekanları ne yazık ki "Dönülmez Akşamın Ufku"na taşıdı.
Bu üzücü haberlerin üzüntüsünü üzerimizden daha atamamıştık ki meyhane adının yasaklanması ve tüm meyhanelerin adını buna göre değiştirmeleri yönünde yeni yasal düzenlemeler geleceğine ilişkin bazı resmi açıklamalardaki nefret tohumları zihnimdeki o hatıra tohumlarının üzerini kaplamaya başladı.
Yetmedi üzerine bir de 28 Nisan – 17 Mayıs 2021 tarihleri arasındaki tam kapanma sürecine damgasını (darbesini mi desek) vuran alkol satış yasağı konusu gelince istedim ki bu yazı artık yeşerip uç versin ve o nefret tohumlarının kökünü kurutarak hepimizi keyifli bir meyhane yolculuğuna çıkarsın.
- Meyhane sözcüğü malum 'mey'den geliyor, yani şarabın Farsçası. Meyhane de doğal olarak şarap içilen yer anlamında kullanılan ve günümüzde 'mey'in yani içkinin yemekten daha çok odakta olduğu içkili lokantalara verilen ad.
Meyhanenin kelime anlamı budur da peki sosyal anlamı nedir? Aslında bence burada anlatılamayacak kadar çoktur, uzundur, 'derin'dir. Ama hepsinden önce meyhane "meclis"tir. Meclis ise TDK'da şöyle tanımlanıyor:
- 1. Bir konuyu konuşmak veya görüşmek için yapılan toplantı.
- 2. Bu toplantının yapıldığı yer, şûra.
- 3. Bir konuyu konuşmak veya görüşmek için bir araya gelmiş kimseler topluluğu.
- 4. Dostlar toplantısı.
Görüldüğü üzere meclisin dört anlamında da bir eşitlik, eş düzeylik var. Bir demokrasi var.
Meclisteki bu ete kemiğe bürünmüş, anlam kazanmış, bir konuyu görüşmek gibi insani bir meseleleri olan insanlara karşılık bir de cemaatin tanımına bakalım:
- 1. Bir imama uyup namaz kılan kişiler.
- 2. İnsan kalabalığı, topluluk.
- 3. Bir dinden veya bir soydan olanların topluluğu.
Burada da görüldüğü üzere eş düzeylik, eşitlik yok. Kaldı ki bir araya gelen bu insanların bir konuyu görüşmek gibi bir amaçları da yok.
Adeta amaçları olmayan ve ortak yönleri aynı dinden ya da hatta soydan (!) olmak dışında bir şey olmayan, bir konuyu karşılıklı görüşme ihtiyacı dahi olmayan bir topluluk. Hatta vaaz veren tek bir vaize karşılık onu dinleyip ona karşı fikir beyan etmeyen bir topluluk.
Bu iki sözcük şeklen çok benzer bir oluşumu ifade ediyormuş gibi görünmekle birlikte birazcık derinlemesine ele alındığında zaten çok şey söylemeye başlıyor ve aralarındaki tezatlığı açığa vuruyor.
Meyhane meclisinde vaaz veren bir vaiz de yoktur, vaaz dinleyen bir cemaat de. Herkesin meyhane masasındaki konumu, rolü eşittir. Eşit olmayan muhtemelen kadehlerdeki rakıların miktarı ya da farklılaşan meze tercihleridir.
Onun dışında her şey öylesine eşittir ki o mecliste gerçekten hemen hemen herkes aynı konuyu konuşur. Hem de öyle laf olsun diye değil, öyle torba dolsun diye değil. Uzun uzun tartışılır, etraflıca ele alınır konular.
Sırası gelince herkes fikrini söyler, sırası geçince herkes konuşanı dinler. Böylesine demokratiktir işte meyhane sofrası.
Bu eşitlik meyhane masasındaki oturma şekline bile yansımıştır. Öyle aristokrasi sofralarındaki gibi masabaşı kavramı ya da ataerkil aile sofralarındaki gibi aile büyüklerinin oturtulduğu başköşe kavramı yoktur meyhane masasında.
Herkes eşittir ve herkes karşı karşıyadır. Şu muhteşem "Ölmeme Günü"* masasına bakalım örneğin. Kimler yok ki? Can Yücel, Salim Şengil, Edip Cansever, Tomris Uyar, Muhteşem Sünter, İsa Çelik, Mehmetcan Köksal, Turgut Uyar, Dürnev Tanseli, Nezihe Meriç, Ömer Uluç, Tunga Uyar:
Görüldüğü gibi başköşe yok. Yaşa göre, üne göre bir oturma düzeni yok. Camideki cemaatteki gibi kadınların giremediği bir mekan da değil burası. Demokratik, eşitlikçi.
Öyle ki sofradaki yemeklerde bile bir mütevazılık vardır meyhanede. Gösterişli yemek tabakları yerine küçük, tadımlık meze kaseleri vardır bu eşitler sofrasında. Büyük olan, doyumluk olansa yalnızca sohbetlerdir burada.
Uzun uzun oturulur, zaman yavaş akar meyhanede. Meyhaneci de gayet iyi bilir bunu, ilişmez dükkanında her akşam kurulan o dostlar meclisine. Gece yarısı olup da dükkanı kapatacağı zaman usulca hesabı getirir.
Zaten demlenmek deyişi de boşuna değildir. Çünkü aynı çayın demlenmesi gibi dem gerektirir meyhane masası yani zaman gerektirir, her şey sindire sindire yaşanır.
Her konu derinlemesine ele alınıp tartışılabilir içki sofrasında. İşte bu nedenle boşuna değildir "meyhane masasında memleket kurtarma" deyişi de. Aslında sohbetin derinliğindendir konunun memleket meselelerine kadar gelmesi.
Tam da bu sohbetler, tartışmalar sayesinde hararetlidir meyhaneler. O hararet içeriyi öyle bir ısıtır ki kışın soğuk gecelerinde buz gibi sokaktan gelip de meyhanenin kapısını araladığınızda yüzünüze çarpar içerdeki dostluğun o sıcaklığı, sohbetlerin o harareti...
Dertler soğukla birlikte dışarıda kalmıştır artık, güvendesinizdir. Adeta evinizdesinizdir. Boşuna hane denmez meyhaneye.
Madem meyhaneleri tanımlamadan önce girizgahı yakın zamanda yitirdiğimiz İstanbul Meyhaneleri'nden yaptık, yaşayan eski İstanbul meyhanelerine de selam gönderelim buradan:
Yine Asmalımescit'ten devam edecek olursak Refik Arslan'ın 2013 yılında erken yaşta kaybettiğimiz yeğeni Yakup Arslan'ın Yakup 2'si Yakup'suz da olsa hayatını devam ettiriyor örneğin. Devam edelim...
Tarlabaşı'nın Asır'ı, Nevizade'nin Tarihi Cumhuriyet Meyhanesi, Boncuk'u, Kurtuluş'un Madam Despina'sı, Bostancı'nın Hatay'ı, Kumkapı'nın Kör Agop'u, Kuzguncuk'un İsmet Baba'sı, Yeniköy'ün Aleko'su, Burgazada'nın Barba Yani'si, eski hali olmasa da Balat'ın Agora Meyhanesi, Moda'nın Koço'su...
Bu arada belki de İstanbul'un en eskisi (1895) olan Yedikule'nin Safa'sını da unutmamak lazım:
İncir ağacı kokusundan bellidir
Eski bir İstanbul semtinde olduğun...
Saate bakmamandan bellidir
zamanın durduğu...
Şehir keşmekeşinin yerini
akşam güneşinin vurduğu
mahalle dinginliğinin aldığı...
Camsız penceresinde biten otlardan bellidir
Terkedilmiş taş evlerin varlığı...
Eski taş kiliselerden bellidir
Yaşanmışlıkların rengi...
Uzaktan uzaktan çalan Neşe Karaböcek'ten bellidir
Bir eski İstanbul meyhanesinde olduğun...
Beyaz peynirin yanındaki rakıdan bellidir
Vakt-i kerahatin geldiği...
Masanda gezinen karıncadan bellidir
Yedikule Safa'nın bahçesinde bu satırları yazdığın...
Mehmet Aktulga
2 Ağustos 2019
Şimdi burada yukarıda saydığım meyhanelerdeki anılara girecek olursak o zaman bu yazı bitmez. Dolayısıyla o güzelim anılar varsın başka bir yazının konusu olsun.
Tabii ki bu arada adını anmaya değer birkaç yakın dönem İstanbul meyhanesini de unutmayalım:
Beylerbeyi'nde İnciraltı, Asmalımescit'te Sofyalı 9, Tünel Geçidi Pasajı'nda Akbabalı, Küçükarmutlu'da 70'lik Meyhane.
Son olarak da Ankara'dan bir meyhane ile eski meyhanelere saygı duruşumuzu bitirelim.
Benim Fahir Aksoy'un 2000 yılında Can Yayınları'ndan çıkan aynı adlı kitabından öğrendiğim "Kürdün Meyhanesi", gerçek adıyla "Yeni Hayat Lokantası".
Artık olmasa da 1944-1960 arasında Ankara'da bir döneme damgasını vurmuş ve Ankara'lı aydınların mekanı olmuş Ulus'taki "Kürdün Meyhanesi".
Edebiyatçısından eleştirmenine, ressamından tiyatrocusuna, müzisyeninden bilim adamına bir çok ünlü isim geçmiş bu meyhaneden de.
Kimler mi? Sayalım o zaman: Nurullah Ataç, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Ceyhun Atuf Kansu, İlhan Tarus, Çetin Altan, Salim Şengil, Mehmed Kemal, Cüneyt Arcayürek, Cihat Burak, Orhan Peker, Fikret Otyam...
Daha kim olsun? Tabii doğal olarak bu kadar aydının geldiği bir mekanda sivil polisler de cirit atarmış hep.
O zaman şimdi tam da Mehmed Kemal demişken, "Öğle Rakıları" adlı o muhteşem şiiri hatırlayalım:
ÖĞLE RAKILARI
Buyurun içelim birer kadeh
Güzeldir öğle rakıları efendim
Unutulmaz
Bir kadından söz eder gibi
Utangaç, gizli yasak
Burası Arnavutköy efendim,
Eskiden ne güzel yerler vardı
Bir şilep geçiyor, bir tanker,
Bu Tarsus gemisi bizim
Karadenizden, seferden dönüyor
Sağlığa içelim, iyiliğe
Mutluluğa diyemem, dilim varmaz
Bugünlerde pek mutlu olanımız yok.
Bakın denizin mavisi bitti
Çerçöp döküyorlar, ne derler
Çevreyi kirletiyorlar
Görgüsüz oldular çok
İttihatçılardan bu yana
Bet bereket kalmadı
Enver Paşa'nın mı dediniz,
Hayır, Naciye Sultan'ın
Kuruçeşme'deydi bilmezsiniz,
Kömür mezarlığı bütün kıyılar
Tekel mekel, Galatasaray adası
Onlar da öyle efendim,
Hoyrat, ne oldum delisi
Boğaz da kalmadı artık
Beşiktaş'tan başlardı
Bebek de bitti
Ya şu yeni yetmeler efendim
Boğazlı oldular
Yahya Kemal Beyle evet
Dalgın sular, körfez, martılar
Kalmadı efendim kalmadı
Saat başına efendim
Birkaç yunus geçerdi
Ne mi oldu, öldüler.
Bilir misiniz efendim öğle rakıları
Yani resimlere benzer gündüz gözüyle
Gündüz gözüyle bakılan
Yeni resimlere inanmazsınız
Bir Asmalımescit meyhanesinde, Pera'da
Biraz küf, mazi, mahrem kokan
Biraz Tünel, Sait Faik, Mösyö Rober
Kimler yoktu buralarda
Kimler gelip geçmedi
En iyisini Fikret Adil bilirdi
Kitaplarında kaldı
Siyah-beyaz bir fotoğraf oldu.
Beyoğlu geceleri mi
Kalmadı efendim nerde
Hani karanfilli Ümit Deniz
Her masada bir damla gözyaşı
Her yudumu zehir Cahit Irgat
Hacıağalardan bu yana
Dünya savaşından sonra
Her şey bitti
Yok Caddeyi Kebir
Banka banka banka
Sakal sakal sakal
Neden mi öğle rakıları
Gündüz gözüyle efendim
Bir kadehin özgürlüğü
Nalçalı kundura uygun adım
İçki, kadın, porselen
Ses, söz, şarkı
Her şey bunadı efendim
Ben de bunadım.
Tabii ki sanatın bir başka yüzü, Yeşilçam da geçti meyhane masalarından. Şu güzel fotoğraftaki güzel isimler... Şener Şen, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Kartal Tibet, Münir Özkul... Kim bilir ne sohbetler olmuştur, ne kahkahalar atılmıştır o akşam o masada:
Peki meyhanelerle sanatçıların, aydınların bu ilişkisi boşuna mı? Tabii ki değil. Şiirlerinde şarabı anmayan şair var mı? Charles Baudelaire'e kulak verelim:
Her zaman sarhoş olmalı.
Her şey bunda: Tek sorun bu.
Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken
Zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için,
durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle?
Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olun.
Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde,
odanızın donuk yalnızlığı içinde,
sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız,
sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun,
her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun,
"saat kaç" deyin;
yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: "sarhoş olma saatidir".
Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına!
Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.
Yalnızca Batı'da mı yazılmış şiirler şaraba? Tabii ki hayır. Belki de daha çok Doğu'da?
Doğu deyince aklınıza ilk Hayyam'ın geldiğini biliyorum:
Bulut geldi; lalede bir renk bir renk
Şimdi kızıl şarap içmemiz gerek.
Şu seyrettiğin serin yeşillikler
Yarın senin toprağında bitecek.
Ama bence yine bir başka İran'lı, Hafız-ı Şirazi daha ince, aşkla, hayatla yoğurarak anlatır şarabı:
Biz gamsız sarhoşlarız, aydın karanlıklarız
Hem kadehle solukdaş, hem de ayrılıklarız!
Sevgilinin kaşları eğdi kaderimizi
O günden bugüne dek düşmüş yaratıklarız
Ey gülüm, sen daha dün parçaladın göğsünü
Ama biz ta doğuştan kızıl şakayıklarız!
Lale gibi ortada yalnız kadehi görme
Şu yaramıza bak, gör nasıl aşıklarız?
Şiirindeki renge, hayale bakma Hafız,
Sadece boş levhayız, dokundukça çınlarız!
Geçmişten bugüne ne çok şair şiir etmiş şarabı, içkiyi. Ümit Yaşar Oğuzcan'ın "İspanyol Meyhanesi"ne ne demeli? Peki ya bu muhteşem şiiri geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Timur Selçuk'tan değil de kimden dinlemeli?
İSPANYOL MEYHANESİ
Kararmış tahta masamızda bir şişe şarap,
Gecelerden bir gece bezginiz.
Üstelik adamakıllı sarhoşuz.
Ellerin, ellerimde..
İspanyol meyhanesinde bir kadın
Çığlık çığlığa şarkı söylüyor.
Belli yıkılmış bir kadın.
Hayli çirkin, hayli geçkin, ağlamaklı.
Zayıf, incecik elli, kalın dudaklı.
Sesi bir tokat gibi patlıyor kulaklarımızda;
Yüzümüz al al oluyor.
İçimiz hüzün dolu, kahır dolu,
Gözlerimiz kanlı..
İspanyol meyhanesinde bir gece
Seninle başbaşayız
Üstelik sarhoşuz adamakıllı.
Daha içelim, daha içelim..
Başını dizlerime daya gözlerin kapalı
Ağla biraz,
Bak ben de ağlıyorum.
Ocakta odunlar sönüyor,
Görüyor musun?
Çığlık çığlığa bir kadın,
Duyuyor musun?
Ah ölelim artık;
Bitsin bu delicesine koşu,
İspanyol meyhanesi yerin dibine batsın.
Yeter! yeter!
Öleceksek ölelim.
Hadi vur kendini şaraba,
Kedere ve aşka vur.
Daha içelim, daha içelim..
Alkol duvarını geçelim artık;
Damarlarımızdan ispirto akmalı.
Hey garson!
Sustur şu çığlık sesli kadını.
Söyle masamıza gelsin, içelim.
Hey garson!
Bütün hesaplar benden bu gece sen de iç.
Kapat kapıları;
Yabancı gelmesin.
İspanyol meyhanesinde öldüğümüzü
Kimse bilmesin.
Daha içelim, daha içelim...
Hep bildik şairlerden gittik. Peki ya 2019 Kasımı'nda yağmurlu bir öğle vakti Sevim'le İstanbul Karaburun'da gittiğimiz Kayıkçı Balık Restaurant'ta rakımızı yudumladığımız kadehlerimizde karşımıza çıkan şu kadehin kendinden derin dizelere ne demeli?
Sonrasında şiirin peşine düştüğümde bu kez ünsüz bir şair çıktı karşıma: Ümit Göksel. Ve işte o dörtlük:
O halde yarın güneş kızarınca gelirim.
Olursa olur, olmazsa rakı içeriz.
Olursa devam, olmazsa veda ederiz.
İçilecek gecelerin, içtikçe sövülecek kişilerin şerefine deriz.
Şimdi dönelim alkol yasaklarına.
Bundan birkaç bin yıl önce Anadolu'yu da kucaklayan ve Mezopotamya Ovası'nın kalbine uzanan "Bereketli Hilal" topraklarında ortaya çıkan ve yüzyıllar boyunca insanlığın bunca kültürüne nesne, bunca eserine esin olmuş "mey"in kendinden sonra şimdi bir de adını şu birkaç yobaz mı yasaklayacakmış? Hadi oradan.
Yakın zamanda kaybettiğimiz usta tiyatrocu Rasim Öztekin'e Ferhan Şensoy'un yazdığı ve TRT'nin resmen sansürlediği veda mektubundaki gibi yalnızca bu dünyada değil biz öte dünyada da sevdiklerimizle buluşur içeriz, "gökyüzündeki o neşeli meyhane"de:
'Orta oyuncuların amatör kolu nöbetçi tiyatrodan yetişti Rasim. Kısa sürede orta oyunculara katıldı. Kavuğumu ona devrettim. Orta oyuncularda çok başarılı bir dönem yaşadı. Rahatsızlıkları nedeniyle sahneyi bıraktı ve kavuğu Şevket Çoruh'a devretti. Günü geldi uçtu gitti gökyüzüne. Kavuklu fotoğrafı asılı durur Ses 1885'te. Bir gün ben de geleceğim gökyüzüne... Buluşuruz gökyüzünde neşeli bir meyhanede.'
Ferhan Şensoy
Bu kadar çok kitaptan, şiirden bahsetmişken bari yazıyı biraz da müzikle bitirelim. Daniska ve Eylem Atmaca'nın "Keşke Meyhanesi" adlı albümünden "Kavuşmak İhtimali":
(MA/PT)
*Başını Turgut Uyar ile Edip Cansever'in çektiği bir grup şair, bir gün "sevgilileri" ile birlikte Rumeli Hisarı'ndaki bir meyhanede oturmaktadırlar. Her şey yolunda, rakı güzel. Muhabbet güzel. Dünya güzel. Derken, masadaki kadınlardan biri hastalığından, vücudundaki bir iğneden bahseder; vücudunda dolaşan iğnenin kalbine saplanması korkusuyla yaşadığı endişeyi anlatır. "Ölüm" korkusuyla...
Bir şişe rakı ister Turgut Uyar masaya, tüm şairlerin imzalaması için şişeyi, ardından bir geleneği başlatan o cümle gelir: "bu şişeyi al, gelecek sene bugüne kadar sakla, 26 Mart'ta burada yine buluşup birlikte içeceğiz bu rakıyı."
Buluşurlar da. Rakı güzel. Muhabbet güzel. Dünya güzel... Bu şekilde gelenekselleşen, tesadüf eseri baharın da en güzel günlerine gelen "ölmeme günü", yetmişlerin sonunda başlayıp 1985'e kadar her yıl yaşatılır.
Ta ki Turgut Uyar 22 Ağustos 1985'te "ölüp", 26 Mart 1986 "ölmeme günü" şişesinin boynunu bükük bırakana kadar...
Not: Ölmeme Günü'ne ilişkin anekdot internetteki çeşitli kaynaklardan alınmıştır.