Eşim Savarona'yla Paris'in nezih semtlerinden birine sabah sabah alışverişe gitmiştik. 2005 yılının ilk aylarındaki rüzgârsız, güneşli ve nispeten sıcak günde, çoğunlukla el yapımı artistik bibloların satışa sunulduğu dar sokakta bazı butikler hâlâ açılmamış, ortalık daha hareketlenmemişti. Biz sevdiklerimize bulduğumuz hediyelerden yine de tatmin olmuş, hafif eğimli sokaktan ufak bir mahalle meydanına neşeyle ulaştığımızda birdenbire kendimizi sanki o anda başlamış bir boğuşma sahnesinin ortasında bulmuştuk.
Genç ve güçlü, beyaz bir polis memuru, yine genç ve yapılı siyah bir vatandaşı yere yüzüstü yatırmış, onu pasifize etmek için adamın bileğini ters çevirip sırtına bastırarak üzerinde debeleniyordu. Alttaki asla pes etmiyor, memuru üzerinden atıp kaçabilmek için var gücüyle direniyordu; polis boğuşmanın yoğunluğundan dolayı alttakine ne kelepçe takabiliyor ne de yardım çağırabilmek için telsizine davranabiliyordu.
Neye uğradığımıza şaşırmış biçimde sahneyi gayet yakından izlerken bizimle aynı yönden gelip duruma birdenbire müdahil olmaya karar veren yaşlı kadını görünce iyice afalladık. 70 yaş üstü, zayıf ve ufak tefek kadın fazlasıyla şıktı; saçlarına sanki kuaförde yeni mizanpli yaptırmış, takmış takıştırmış, pardösüsünden fırlayan incecik bacaklarıyla sanki ayakta zor durabilecekken topuklu ayakkabılarıyla polis memurunu tekmeliyordu, kolundaki ufak çantadan güç alırcasına...
İki erkek arasındaki boğuşma o kadar yoğundu ki memurun "madam"a tepki vermesi pek mümkün görünmüyordu. Polisin vatandaşa uyguladığı şiddetin orantısız olduğunu düşündüğünden mi ne, kadın söylene söylene tekmeleri yaşlı fiziğinin elverdiği ölçüde savuruyor, bazıları hedefi şaşırsa da çoğunun memuru rahatsız ettiği bariz şekilde görülüyordu. Avantajlı pozisyonda olduğunun farkına varmış madam, müdahalesini dirayetle sürdürüyor, mağdur vatandaşa yardım etmeye çalışırken belki de güvenlik kuvvetleriyle özdeşleştirdiği, Nazi işgalinde memleketine ihanet etmiş faşist hemşerilerinden refleks halinde intikamını alıyordu...
Ne de olsa Fransız Devriminden itibaren ülke, insan haklarının vatanı olarak tüm dünyaya örnek olmuş, vatandaşlarına sağladığı bilumum özgürlükler bir yana, demokrasinin ileri safhadaki diyarlarından biri olarak kabul görmüştü.
Oysa kısıtladığı demokratik haklar yüzünden Fransa'nın bu klasmandaki derecesi 2014 yılında düşürülmüş, tam demokratik ülke sınıfından çıkarılıp defolu demokrasiler arasındaki yerini almıştı.
Bir süre önce Fransa'yı altüst eden Sarı Yelekliler hareketine güvenlik kuvvetlerinin agresif tepkisi vaziyeti dünya çapında iyice görünür hale getirmiş, devletin ve bilhassa Macron'un itibarının yerlerde sürünmesine neden olmuştu.
"Şiddet Tekeli" (Un Pays Qui Se Tient Sage/The Monopoly of Violence) başlıklı belgesel, vatandaşın değil de devletin hizmetinde olduğu fazlasıyla bariz hale gelen polisin şanını beş paralık ediyor.
Avrupa'nın birçok festivalinde gösterilmiş, David Dufresne imzalı 2020 yapımı 86 dakikalık film, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının düzenlediği İstanbul Film Festivalinde de gösterilmiş, hatta Türkiye'de Fransa'yı temsilen faaliyetlerini resmen sürdüren Fransız Kültür Merkezinin desteğiyle programdaki yerini almıştı.
Şiddet meşrulaştırılmaya çalışılıyor
Filmdeki bilirkişilerden aldığımız değerli bilgilerden demokrasinin bir ufuk olduğunu, o ufuğa doğru daima ilerlemenin şart olduğunu; güçlerin ayrılığı veya çok partili sistem gibi olmazsa olmazların birer paravan şeklinde ön plana yerleştirilerek, sahte ve yetersiz demokrasilerle idare etmememiz gerektiğini anlıyoruz. Demokrasinin, herkesin aynı fikirde olduğu, tek tip insanların "huzur" içinde yaşadığı bir düzen asla olmadığı, tam tersine çelişen, çekişen, çatışan akımların beraberce var olabildiği bir pota şeklinde algılanmasının elzem olduğunu bir kez daha idrak ediyoruz.
Oysa Max Weber'in kullandığı "Meşru şiddet tekelini elinde bulunduran tek aygıt devlettir" cümlesi halkı demokratik yöntemlerle yönetmekte zorlanan devletlerin demokrasiden iyice uzaklaşıp totaliter rejimlere dönüşmelerinin temeli haline geliyor. Şiddetin neye göre orantılı veya orantısızlığı, yine birilerince kararlaştırılıp oldubittiye getiriliyor. İfade ve protesto hürriyeti bazen aleni, bazen sinsi yollarla engellemeye çalışılıyor.
Üstelik Macron gibi gezegen çapında azgın kapitalizmin sözcüsü haline gelen yüzsüz simalar gerçekleri çarpıtarak şiddeti meşrulaştırmaya çabalıyor, Sarı Yelekliler dahil, hükümetin icraatlarını eleştirmeye kalkanları çamura buluyor, hatta kanunlar çerçevesinde talebini ifade etmeye çalışanları ihanetle suçluyor; dolayısıyla hem suçlu hem de güçlü pozisyonunu pekiştirmiş oluyor.
2018 Kasım-2020 Şubat tarihleri arasında Fransa'nın 13 ayrı şehrinde, çoğunlukla cep telefonlarıyla çekilmiş görüntüler filmin ana eksenini oluştururken buna paralel olarak mevzunun uzmanları olayları ve demokrasiyi mercek altına alıyor.
Bazıları güvenlik mensuplarınca engellenmeye çalışılan gazetecilik tavrıyla, bazıları anarşist bir cep telefonuyla görüntülenen sekanslar aslında iki tarafın da şiddetini belgeliyor ve bunu da masaya yatırıyor. Bazıları otoriteye isyan ederken başına gelebileceklerden haberdar olup iktidarı temsil edenlerle boğuşmayı mücadelenin bir parçası olarak görüyor, hatta bazı dinamiklerde onu korkutup kaçırmanın "zafer"ini yaşayabiliyor.
Filmde aynı zamanda güvenlik kuvvetlerinin bakış açısını yansıtan emniyet mensupları da var; fakat belgeselin sonunda filme dahil edilmek üzere temas kurulanlara göre bunların kesinlikle azınlıkta kaldığı görülüyor.
Polis birilerinin namına şov yapıyor
Polisin bilhassa protesto yürüyüşlerini, devleti temsilen bir güç gösterisine, bir şova dönüştürdüğü de belgeselde aktarılıyor. Robocop zırhlarından güç alanların silahsız vatandaşlara yönelik gaddar tavırları grotesk seviyelere ulaşıyor. Sarı Yeleklilerin bir devrim peşinde olmadıklarının, o yüzden de asla silah kullanmadıklarının altı çiziliyor.
Buna rağmen, hakkında bir soruşturma dahi açılmayacağını, hatta prim alıp terfi edeceğini bilen memur, vatandaşa kötü muamele ediyor, hakaret ediyor, aşağılıyor, işine gelen olayların filmini çekip karakoldaki arkadaşlarıyla kahkahalar eşliğinde sadistçe seyretmeye hazırlanıyor.
Neyse ki teknolojinin ilerlemesi sayesinde cep telefonlarına yerleştirilmiş kaliteli fotoğraf teçhizatı dengeyi biraz da göstericilerden yana değiştiriyor ve bu da adaletin olası tecellisinde radikal bir değişime yol açıyor.
Fakat bazen memurların üniformasının üzerinde, teşhis edilebilecekleri her türlü işaretin özenle silindiği veya kullandıkları motosiklet gibi araçların plakasının kamufle edildiği görülüyor.
Ciddiyeti ve soğukkanlılığıyla vatandaşta hürmet duyguları uyandırması beklenen polis memurları bir mahalle kavgasındaki serseriler gibi bağırıp çağırıyor, öfke krizleri histeri krizine dönüşebiliyor.
Louis de Funès'ten bildiğimiz "rafine" tavırlı memurun yerine kaba, merhametsiz ve zalim memur, temsil ettiği müessesenin saygınlığını yerle bir etmiş oluyor. Bu arada şiddet sıradanlaştırılmış hale geliyor; agresyon devletin her organında kendini daha çok gösterir oluyor, olağanüstü hal önlemleri olağan zamanlarda da uygulanır hale geliyor.
Bununla sadece Fransa demokrasisi güme gitmiyor; insan haklarının bayraktarlığını yıllarca yapmış siyasi sistemin dejenerasyonuna dikkat çeken başka totaliter rejim sevdalıları "Fransa"yı örnek almaya başlıyor. Bu arada kurt politikacı Putin, Macron'la gerçekleştirdiği bir görüşmede ülkesinde böylesine yüksek "bilanço"lu protestolar olmadığını iddia ederek bunu lehine çevirmeye girişiyor. Ne de olsa Rusya'da kurulmuş baskıcı teknolojik ağ sayesinde birçok yürüyüş daha başlamadan bastırılmış oluyor.
Sarı Yelekliler haklarını talep ediyorlardı
Binlerce insanın yaralandığı, en az iki kişinin öldüğü, beş elin koptuğu, 27 gözün çıktığı protestoların devlete göre tek müsebbibi Sarı Yelekliler tüm dünyaya örnek olmuş bir harekete dönüştü.
Belgeselde güvenlik kuvvetlerinin mütemadiyen şiddet dozunu artırması kesinlikle siyasi nedenlere bağlanıyor: "Yukarıdan gelen emirler kesinlikle politik!"
Göstericilerin buna karşılık olarak ACAB'ı her vesileyle gündeme getirdiklerini, polislere "Macron'u ve zenginleri... imtiyazlıları ve patronları" koruduklarına dair ithamda bulunduklarını, sonsuz özgüven sahibiymiş gibi görünen güvenlik kuvvetlerinin kendilerini vatandaştan çok kurumları korumakla mükellef saydıklarını görüyoruz.
Politikacıların sık sık yalana başvurduğunu, polislerin de gerektiği zaman mağdur rolüne büründüğünü, ahlaki açıdan derin bir çürümüşlüğün içinde olunduğunu da esefle izliyoruz.
Film boyunca seyirciyi de dayak yemiş hale getiren Dufresne yine de, "Diyaloğun erdemlerine hâlâ inanmalı, bu devirde gitgide zorlaşsa da" demiş!
Şiddet tekelini elinde tutan devletler tüm dünyada genişleyen bir trend halinde vatandaşlarına saldırmaya, orantılı-orantısız kuvvet kullanmaya, sakat bırakmaya, öldürmeye devam ediyor; öfkeyle bilenmiş silahlı polis memurları buna alet olurken dengesiz mücadelede güçlünün yanında duruyor, hatta onun kölesi oluyor; oysa korkaklığa çok daha yakın durduğunun belki farkına bile varmıyor.
Ya Paris'teki madam?
Acaba tekmeleriyle hafızamıza kazınmış Paris'li yaşlı ve şık madam hâlâ hayatta mıdır?
Macron Fransa'sı ile mazide alışkın olduğu düzen arasındaki farkı idrak edecek durumda mıdır?
Ayrıca, o gün polis memurunu tekmelerken amacına ulaşmış mıydı?
Tüm bunları bilemiyorum ama sonuçta demokratik bir rejimde, şiddete şiddetle karşılık vermiş olsa da, tepkisini korkusuzca ortaya koyabilmişti!
(RL/AÖ)