Tiyatro, sinema ve televizyon oyuncusu Ruhi Sarı 1972 Trabzon doğumlu. 1995'ten itibaren aktif olduğu sinema dünyasında özellikle Tunç Başaran'ın Sen de Gitme Triandafilis, Zeki Demirkubuz'un Üçüncü Sayfa, Tayfun Pirselimoğlu'nun Hiçbiryerde ve İnan Temelkuran'ın Made in Europe adlı filmlerindeki performanslarıyla dikkat çekip çeşitli ödüller kazandı. Kendisiyle Türkiye'nin mozaik dokusunu, azınlıkları, Prens Adalarını, İstanbul'u ve hayalindeki belgeselleri konuştuk.
Çocukluğunun geçtiği Kartal 80 öncesi İstanbul'un "kurtarılmış bölge"lerinden biri sayılırdı. Solcu zihniyetin hakimiyeti bir yana, Kürtler, Karadenizliler ve Aleviler mıntıkaya devletin yıllarca inkar ettiği çeşitliliğin bir mikro kozmosu kıvamını kazandırmıştı. Ulus devletin tek tip vatandaş dayatmasını kendi köklerinden de yola çıkarak sorgulaman mümkün mü?
Çocukluğum Kartal'da geçti ve bu yüzden de kendimi hep şanslı hissetmişimdir. Çünkü Kartal çok çeşitli bir yerdi, yani herkesten biraz vardı. Ve aslına bakarsanız mini bir Türkiye gibiydi. Bu çeşitlilik büyük bir zenginlikti bizim için, yani o günlerin çocukları için. Küçücük bir ilçede bu çeşitlilik ister istemez sanatsal üretimi etkiliyor ve çoğaltıyordu. Halkevi halk eğitim merkezi amatör tiyatro toplulukları ve halk dansları dernekleri bizim gibi birçok çocuğu kahvehaneden önce yakalıyor ve doğal olarak da üretime katıyordu. Kartal İstanbul’un ilçesi idi evet ama İstanbul'u hiç görmemiş çocuklardık aynı zamanda.
Ama ülkenin her köşesinden her bölgesinden her mezhepten ve her dinden bir sürü gençtik sonuçta. Kartal Sanat Tiyatrosunun temelleri böyle bir ortamda amatör tiyatro ruhuyla kurulduğunda sene 1987 idi ve oyunculuk serüvenimin başlama sebebi olmuştu. Tek tip insan şekli ile bu yaşadığım zenginlik büyük bir fakirlik olurdu elbet.
Azınlıklara ve bilhassa Rumlara yönelik 6/7 Eylül 1955 saldırılarını konu edinen Tomris Giritlioğlu imzalı Güz Sancısı'nda nümayişçi rolünde kısaca gözüktün. Azınlık mevzusu statükocular için hala bir tabu, bazıları için ise bir sömürü alanı haline gelmiş durumda, üstelik 1915'in yüzüncü yıldönümü kapıdayken… Bu konudaki duygu ve düşüncelerini alabilir miyiz?
Bir oyuncu olarak sahip olduğunuz sanatsal ruh içinde bulunduğunuz toplumun, büyüdüğünüz toprakların hikayelerinden beslenir ve şekillenir. Coğrafyası, tarihi, dokusu, kokusu, müziği, inançları, duyguları sizin üretiminizde katmanlar oluşturur. Azınlık kelimesi ilkokulda duyduğum ve duyduğum günden bu güne kadar da hala ne anlam geldiğini anlamak istemediğim bir kelimedir. Neye göre azınlık ya da çoğunluk kimdir. İnsanlara verilen haklar ya da onlardan alınan haklar nereli oldukları neye inandıkları, nasıl inandıkları ile ilgili olmamalıdır. Çünkü o haklılığın adı insan haklarıdır.
Adalar, imparatorluklar başkentinin bildik anlamdaki kozmopolit dokusunun azalarak da olsa, hala yaşandığı küçük bir dünya. Her an risk altında olan yeşili ve gittikçe yok olan mimari dokusuyla da aynen korunması gerekirken ranta yönelik zihniyetin en başta Büyükada olmak üzere tüm adalara göz diktiğini görüyoruz. Mesela büyük çaplı inşaatların, motorlu veya elektrikli araçların her geçen gün artması gayet mütecaviz uygulamalar, şahsi izlenimlerini paylaşır mısın?
Bu sorun sadece Adalar’ın değil tabii ki bütün İstanbul'un sorunu. Balat'ta çalıştığım dönem o İstanbul kokan evlerin çıkan yangınlarla nasıl yok edildiğine şahit oldum. Bugün İstanbul'un çehresini oluşturmaya başlayan gökdelenler sinirimi bozuyor, havası her gün bozulan, kirlenen bu şehir de.
Adalar şehrin nefes alınabilecek ender köşelerinden biri. Ve gerçekten de motorlu taşıtların ardından sayısı her geçen gün artmaya başladı. Adaya gündelik gelip giden ziyaretçilerin bıraktığı her türlü kirlilik de cabası. Tabii ki adalar bulunduğu güzel konumla rant çevresinin ağzının suyunu akıtıyor. Mesela her gün oturduğum yerden gördüğüm Kınalıada'nın arka tarafı içimi kahrediyor. Doğal olanı bozmak yerine doğaya uymak mümkün bence.
Bir İstanbullu olarak benim kente tahammülüm kalmadı ve gün geçtikçe kimliğini yitirdiğini düşünüyorum. Şehrin siması dünyada örneklerine bolca rastladığımız bir sürü mega-kentten farksızlaştığı gibi sosyal dokusu da çok yıpratıcı darbeler aldığından geçmişten günümüze yansıyan hazinenin çarçur edildiğine şahit oluyoruz. Her ne kadar bunu bir kabuk değiştirme süreci olarak algılayabilirsek de zararın neresinden dönebiliriz sence?
Dünyanın en güzel şehri İstanbul büyük bir saldırıya maruz bırakılıyor. Avrupa'nın birçok önemli şehrinin nasıl korunduğunu görüp imreniyoruz. Onların kentlerine yapmadıklarını bizim kentimize yapılmasına izin vermemeliyiz bence. İstanbul hâlâ dünyanın en güzel şehri ve kenti yönetenler kent kültürüne sahip kişilerden seçilmelidir her zaman.
Sana biri Türkiye'de, biri de dünyada olmak üzere iki belgesel için tüm olanaklar sağlansa ne çekmek isterdin?
Bir tane çekmek isterdim, evrensel bir dili olacağı için hem bizi hem de dünyayı ilgilendiren bir belgesel olurdu. Amatör tiyatro toplulukları ile şehirleri anlatmak üzerine mesela... (MT/AS)